Koşturuyorum sokaklarda. Koşturuyorum dediysem hızlı hızlı yürüyorum yani. Sanki bir telaşım var ve bir yere yetişeceğim. Oysa yok! İş çıkışı saati. Kaldırımlar insan, yollar arabalarla dolu. İnsanlara çarpa çarpa yürüyorum. Bu yabancı olduğum memlekette eski alıştığım tempomdan mı, yoksa türküsünü bir türlü öğrenemediğim bu şehri içime alamadığımdan mı sanki kaçarcasına koşturuyorum. Bilmiyorum ama bir şey beni sürekli bu kalabalık sokaklara sürüklüyor. Aylar evvel, neredeyse sene olacak, geldiğim bu çok renkli ülkenin renksiz şehrinde tanıdık bir kokunun arayışında, hep bu kalabalık saatlerde insanların arasından geçiyorum. Halbuki, ülkemin anlamsız gürültüsünden, kötü kokusundan, akortsuz müziğinden kaçıp gelmiştim buralara. Oralarda bir yere sığamamış, doğduğum topraklara yabancı hissetmiş, hiç bilediğim bu ülkede kendi müziğimi çalmaya, istediğim gibi engellenmeden, karışılmadan, yargılanmadan dans edecektim özgürce. Her dil, din, ırktan insanın olduğu bu ön yargısız ülkede ben de kendime göre sığınacak bir yer, kaybolacak bir delik bulurdum elbette. Oturma iznim çıkıncaya kadar bir kafede bulaşıkçılık işi bulmuş, şehrin dışına doğru bahçeli bir evin bodrum katında penceresiz bir oda kiralamıştım. Bekâr, oturma izni olmayan bir gence göre az paraya fazla da seçeceğim yoktu. Kısa sürede ayarlayabildiğim iş ve kalacak yer başarı sayılabilirdi. Bu kadar çeşitliliği barındıran bir şehrin insanı yok oluşa, sonsuz bir kayboluşa sürüklediğini görmem de fazla zaman almadı. Yok olmamak umuduyla birbirine yapışan insanların kurduğu Hint mahallesinde ortalığı saran köri kokusu veya insanı Çin’de zannettirecek kadar koca koca Çince yazılmış tabelaların, art arda dizilmiş Çin lokantalarının olduğu Çin mahallesinden geçerken kendime ait bir şey bulamamanın insanı ne kadar eksilttiğini anladım. İşte o zaman başladı bu kendimi sokağa atmalarım. Tanıdık bir ses, bir koku duyabilmek için her akşam bu kalabalıkların arasına karışıyorum.
Penceresiz karanlık odamda – Allahtan kapı camlı, biraz ışık giriyor – bana yarenlik etsin diye yıllar evvel dayımın Almanya’dan getirdiği kasetçaları da olan radyomla baş başayız. Ne yazık ki, yanımda getirdiğim kasetler koptu ve radyodan gelen cızırtılı müzik benim ruhumu aydınlatmıyor. Her akşam bir umutla karıştırdığım radyoyu aradığımı bulamamakla birlikte, üstüme üstüme gelen duvarlardan korkumu alsın, bir ses – bir nefes olsun diye açık bırakıyorum. Sokaklardan yorgun argın gelip kendimi yatağa atınca anlamadığım dilde konuşmalar, bana ait olmayan müzik eşliğinde huzursuz bir uykuya dalıyorum. Huzursuz da olsa uyku kendime ait tek alan.
Kırmızı ışıkta duran arabaların birinden tıs tak tıs tak bir müzik geliyor. Sigara içmek için penceresini aralamış, oradan yayılıyor müzik. Sanki Bağdat Caddesi’ndeyim. Bu kadarcık bir tanıdıklık bile gülümsememe yetiyor. Sımsıkı yapışıyorum bu duyguya. Trafikte ağır ağır ilerleyen arabanın yanından yürüyorum. Bu duyguyu olabildiğince yakalamak ve saklamak istiyorum. Ha, benim hiç arabam olmadı ve Bağdat Caddesi’nde arabayla tur atmadım ama oralarda gezinirken yanımızdan geçen gençler olur, aralarında yarış yaparlardı. Olsun, beni memleketime taşıdı ya yeter! Arabanın şoförü Allah’tan benim farkımda değil. Onun arkasındaki araba sağa sapınca onun da arakasındaki araba yanaştı benimkinin arkasına. Öyle bir göz ucuyla gördüm, zira benimkini kaybetmeme telaşındayım. Bir sonraki kırmızı ışıkta birden çok tanıdık bir müzik çalınıyor kulağıma; Serdar Ortaç, Karabiberim! Delirdim artık diye düşünerek sesin geldiği yöne dönünce o arkadaki arabanın camını açıp birine bir şeyler sorduğunu görüyorum. İyice bakınca arabada bir de kadın silueti görüyorum. Eller havada olduğuna göre şarkıya eşlik ediyor olmalı. Adam sorusunun cevabını alınca camı kapatıyor ve ses karanlığa gömülüyor. O bir anlık tanıdık bir sesin şaşkınlığından, sevincinden olduğum yerde çakılıp kalmışım, yeşil ışık yanınca yanımdan basıp geçiyorlar. Sevinçten neredeyse kahkaha atacağım. At be İlhan! At gitsin! Burada kimse sana bakmaz. Baksa bile ne olacak! Ben hiç sevmesem de, Karabiberim rahmetli anneannemin çok sevdiği bir şarkıydı. O ana kadar soğuk esen rüzgâr ılık bir meltem esintisine dönüştü ve bana anneannemi taşıdı. Aylardır ilk defa bu kadar mutlu hissediyordum ve kahkahalarımı gökyüzüne savurdum.
Beyaz İmpalasının direksiyonunda dedem, yanında anneannem, arkada ben arabaya biner binmez açılan radyonun cızırtılı sesi eşliğinde deniz kenarında yol alıyoruz. Camlar açık, püfür püfür bir bahar havası esiyor içeri. Radyoda Özay Gönlüm Asmam Çardaktan çalıyor. Anneannem ve dedem neşeyle eşlik ediyorlar şarkıya. Sonra İki Keklik’i söylüyor Özay Gönlüm. Dedem anneanneme bak senin şarkı başlıyor diye göz kırpıyor. Keklik derdi de dedem anneanneme. Anneannem kraliçeler gibi salınıp dedeme Özay Gönlüm’ün Ninenin Mektubu’nu söylettirmeye çalışıyor. Çok iyi taklidini yapardı dedem. Ben çocuk tabii Seyyal Taner çalsın istiyorum. Dans figürlerini öğrenmişim. Pek tutkunum ona o zamanlar. Anneannemle dedemin şarkılarından sıkılsam da o neşeli, sevgi dolu saatleri severdim. Bazen de Zeki Müren çalardı radyoda. Dedemin sesi güzel, pek güzel söylerdi. Radyosuz, şarkısız türküsüz gitmezdik bir yere. Hep neşe içinde, hep deli dolu. Dayım Almanya’dan dedemlere ayaklı kocaman bir radyo getirmişti. Evin en baş köşesine konmuştu. Anneannem özel dantel bile örmüştü ona. Akşamları dedem işten geldiğinde ajans saatinde radyoyu açmak benim görevimdi. Çıt diye düğmesine basar, ajansı bulur, sesini açardım. Sofrada ajans boyunca çıt çıkmazdı. Ajans büyük ciddiyetle dinlenir, sonra da yorumlar yapılırdı. Ben gündüzleri evde kimse olmadığı zaman radyoyu açar, o kırmızı ibreyi büyülenmişçesine yavaş yavaş ilerletir, dans edebileceğim müzik arardım. Daha küçükken dans etmeme gülüyorlardı ama büyüdükçe dans etmem hoş karşılanmaz olmuştu. Ben de gizli gizli dans ederdim radyonun önünde. Dayım anlamıştı tutkumu. Bir sene gene Almanya’dan gelirken bana kasetçalarlı bir radyo getirmişti. Yanında da bir sürü yabancı kaset. Bu senin, odanda dinlersin diyerek vermişti. Hayatımın en değerli hediyesiydi. Şu anda yapayalnız olduğum bu ülkede tanıdık bir tını duymanın sevinciyle eşdeğerdi sevincim. Ondan sonra odamdan pek çıkmaz olmuş, odamda bir o kaseti bir bu kaseti koyarak dans ediyordum. Akşamları ise Sezen Cumhur Önal’ın programına bayılıyordum. Her ne kadar teknoloji ilerleyip yeni yeni modeller çıksa, yeni kanallar açılsa da o radyoyu yanımdan hiç ayırmadım. Cızırtılı mızırtılı da olsa hep çocukluğumun neşeli, tutku dolu günlerini taşıdı bana.
Lise bitip ben konservatuara gitmek istediğimi söyleyince kopmuştu kıyamet. Erkekten dansçı mı olurmuş, ibne miymişim ben gibi bir sürü karşı çıkmaların sonucunda istemeye istemeye işletme okudum ailemin ısrarıyla. Herkes pek memnundu halinden ama ben değildim. Mezun olup askerlik de bitince babam bir işe soktu beni. Orada iyice anladım yapamayacağımı. Bana göre değildi böyle masa başı işleri. Ben dans etmeliydim. Fazla erkek dansçı da yoktu. Sonraları bir Hakan Peker çıkmıştı işte. Ama hâlâ erkek dansçılar ibne diye düşünülüyordu. Kızlar uzak duruyordu benden. Ailem konuyu unutmuştu bile. Daraldım, bunaldım. Almanya’ya gideyim dedim. Dayım artık emekli olmuş, buralara sana yaramaz çok değişti Almanya, Türk düşmanlığı çok dedi. Yıkılmıştım. Kapana kısılmıştım. Sonra bir arkadaş bana Kanada’dan bahsetti. Herkese kapısını açıyormuş. Koca ülkenin iş gücüne ihtiyacı varmış. Herkes eşitmiş. Tam bana göre diyerek biriktirdiğim parayla geldim buralara. Arkadaşımın dedikleri doğru ama herkes kayıp, herkes bir şeylere tutunmaya çalışıyor burada. Herkesin geride bıraktığı sevdikleri, toprakları, anıları var. Herkes Kanadalı ama kimse Kanadalı değil! Herkes kalabalığın içinde yalnız. Dans mı, yaşım geçti artık profesyonel dansçılık için ama hâlâ içimde. Sadece dans tutkumu kimseden gizlemeden, ayıp diye karşılanmadan taşıyabildiğim için kalıyorum burada. O özgürlüğümü yaşamak için göğüslüyorum yalnızlığı. Ama şu işe bak bir Serdar Ortaç şarkısı nasıl da allak bullak etti beni! Sevsem bari! Anladım ki, ne kadar kaçarsak kaçalım hep içimde ait olduğumuz bir yer var ve nereye gidersek gidelim bizi hep takip ediyor. Dönmek mi? Asla! Ancak bir Türk radyo kanalı olsa buralarda, cızırtılı mızırtılı benim eski radyodan ses verse geceleri… Azaltırdı hasreti.