Sadık, peynir dolu çinko kovaları kulplarından tutarak ağırlığını tartar gibi indirip kaldırdı birkaç kez. Ağır kovaları ilçe merkezine giden otobüs durağına kadar taşımak kolay olmayacaktı anlaşılan. Durak epey uzaktaydı ve günlerdir dinmek bilmeyen yaz yağmuru, köyün toprak yollarını çamur içinde bırakmıştı. Siyah muşamba yağmurluğunu askıdan alıp giydi, kapşonunu kafasına çekti. Çıkmadan önce kız kardeşine hoşça kal demek için bir arka odaya geçti. Annesi, doğuştan hasta ve sakat kardeşinin yatak çarşaflarını değiştiriyordu o sırada. Yedi yıldır yatağa bağımlı olarak yaşayan Zarife’yi, Sadık’ın yattığı somyanın üstüne yatırmıştı sırtüstü. Sadık, ayak topuklarına kadar uzayan muşamba yağmurluğu hışırdata hışırdata gelip somyanın kenarına – kardeşinin yanına oturdu. Yastığa dağılmış sarı kıvrımlı saçlarında dolaştırdı ellerini. Kardeşinin zayıf, solgun yüzünde bir çift yeşil ampul gibi parlayan gözlerine bakarak yanaklarından öptü. Yeni yeni çıkan sakalları kızın ince cildine batmış olacak ki, Zarife yüzünü buruşturup yanaklarını kaşıdı titrek elleriyle. Sadık, kardeşinin alnına düşmüş kıvırcık kaküllerini parmaklarıyla arkaya tarayarak “pazara gidiyorum Zarifem, istediğin bir şey var mı ilçeden” diye sordu. Kız, serçe ayağı gibi ince ve zayıf elleriyle abisinin bileğine tutunarak “radyo al bana” dedi cılız bir sesle.
Sonra da “radyo nerden çıktı” der gibi yüzüne bakan anne ve abisine küçük bir açıklama yaptı. “Dün Ayfer anlattı. Babası ilçeden almış. Sihirli bir kutu sanmışlar ilk önce. Kutunun içine bir sürü insan girmiş diyor. Masal anlatıyorlarmış, şarkı söylüyorlarmış, konuşuyorlarmış ama kendilerini sana göstermiyorlarmış hiç. Babaannesi, kutunun içine cinler kaçmış diye kırmak istemiş ilk gün. Ayfer açıp kapatmasını bilem öğrenmiş diyor. Önünde üç düğmesi varmış, rengi de kahveli” Kısa bir süreliğine anlatısına ara verip yutkundu. Konuşmaya zorlansa da “aynısından al tamam mı” deyip abisinin ellerini öpücüklere boğdu. İstediği şeyi, hayalinde canlandırmış gibi, yatağına bitişik enli pencere pervazına uzattı parmağını. “Şuraya koyarız, açıp açıp masallar dinlerim. Hem yalnız sıkılmam biliyor musun” dedi heyecanla.
Annesiyle abisi çalışmak zorundaydı ve Zarife evdeki yalnızlığına bir arkadaş arıyordu anlaşılan. Sadık, göğsüne ağır bir taş parçası oturmuş gibi yarı nefes soluyarak evden çıktı. Öbek öbek aydınlanmaya başlamış ıslak alacakaranlıkta, ellerinden asılı ağır kovaları bacaklarına vura vura durağa doğru yürürken kardeşinin isteğini nasıl yerine getireceğini düşünüyordu bir taraftan da. Satacağı iki kova peynirin parasıyla bir radyo alabilir miydi, emin değildi. Hem evin kırık çatısını yaptırmak için boğazlarından keserek para biriktirmeye çalışan annesi ne derdi bu işe. Kapıdan çıkarken “tüm dükkânlar kapalıydı dersin olur biter” diye kulağına fısıldayan annesi fikrini bildirmişti aslında.
O kadar düşünceliydi ki, köyle ilçe arasındaki bir saatlik otobüs yolculuğu nasıl geçti anlayamadı bile. İlçe merkezi yağmurlu olmadığı gibi yakıcı bir sıcakla kavruluyordu çepeçevre. Otobüsten inmeden önce yağmurluğu çıkartıp şoföre bıraktı emaneten. Uzun kollu mavi kareli gömleğinin eteğini pantolonunun içine sokup kayışını berkitti. Kovalarını eline alıp pazar yerine doğru yürümeye başladı. “Yağmurluğu bırakmayı iyi akıl ettim” dedi içinden. Yürümesi bir hayli hafiflemişti çünkü. Üstü parlak teneke ve çadır tenteli sıra dükkânların yanından geçerek pazar yerine geldi. Deliğine çubuk sokulmuş arı kovanı gibi kaynamakta olan kalabalığı yarıp yürüyerek pazarın çıkışına doğru bir yerde süt ürünleri satılan uzun tahta tezgâhın arkasındaki köylülerin yanına yanaştı. Daha önceden tanıdığı müşterileri sayesinde kısa bir süre içinde tüm peynirlerini sattı. Boş kovaları elinde sallaya sallaya pazardan çıktı.
Sabahtan beri Zarife’nin istediği “sihirli kutu” kafasında masallar anlatıyor, şarkılar söylüyor, konuşup duruyordu aralıksız. Elini sokup cebindeki paraları karıştırdı. “En azından bir şansımı denerim, hiç olmadı fiyat öğrenmiş olurum” dedi kendi kendine. Pazarın karşısındaki her türlü elektrikli eşya satan uzun camekânlı dükkâna doğru yürüyüp yüzünü cama yapıştırarak içeri bakındı. Kardeşinin istediği radyo değişik renk ve büyüklükteki modelleriyle karşısındaydı şimdi. Cebindeki az paranın vermiş olduğu çekingenlikle açık kapıdan içeri girdi. Dükkânda kimse yoktu. Tezgâhta toz basmış radyoları inceledi tek tek. Hiçbirinin üstünde fiyat yazılı değildi. Ama Zarife’nin tarif ettiği üç düğmeli, kahverengi olanı, ebat olarak diğerlerinden küçük diye daha ucuz olabileceğini geçirdi aklından ya da öyle düşünmek istedi. Gömleğinin kolunu avcının içine alarak radyonun üstüne birikmiş tozları sıyırıp temizledi. Cilalı ahşap kasa ayna gibi ışıdı. Sadık boğazını ileri uzatıp “kimse yok mu” diye sordu. Sesi yeni kalınlaşmaya başladığından pek gürültülü çıkmıştı. Dükkândan kimse ses vermezken dışarıdaki seyyar simitçi başını kapıdan sokup “bi yerlere kadar gitti İrfan Abi” dedi. Sadık epey bir zaman bekledi dükkânda. O sırada dükkân sahibinin bi yerlere kadar gittiğini de söyledi girip çıkanlara. Beklemekten sıkılıp kapıya doğru yönelmişti ki, Zarife’nin sabahki heyecanlı konuşması geçti aklından. Kardeşi, onu eli boş görünce ne kadar üzülecekti kim bilir. Zaten iyi değildi kızcağız. Dükkân sahibinin yerinde olmayışı ona sunulan bir fırsat mıydı yoksa? Kafasına ilginç fikirler geldi. Geri döndü. Koluyla silip parlattığı dikdörtgen, ahşap kasalı radyoyu tezgâhtan alıp kovanın içine yerleştirdi uzununa. Bir gözü dışarıda, yüreği ağzının içinde ve şakaklarında güm güm atmaktayken cebindeki paralardan sadece otobüse verecek kadar ayırıp gerisini radyonun boş yerine bıraktı aceleyle. Dükkândan çıkıp her an ensesinden yakalanacakmış gibi tedirgin ve hızlı adımlarla otogarın yolunu tuttu. “Acaba bi gören oldu mu, dükkân sahibi polise şikâyet ederse yakalanır mı, tutuklanır mı” kısa sürede bir sürü soru üşüştü kafasına. Koşa koşa geldiği otogarda köylerine gidecek otobüse binerek arka koltuklardan birine sinip oturdu. İçinde radyo olan kovayı oturduğu koltuğun altına, diğer boşuysa yerde bacaklarının arasına sıkıştırdı. Yanı boştu. Sıraları kontrol ederek yol paralarını toplayan şoför, Sadık’a yaklaşınca “ne bu halin, pancar gibi kızarmışsın, oğlum” diye sordu. Avcunun içinde terden sırılsıklam olmuş parayı şoföre uzatan Sadık yutkundu ama konuşamadı. Şoför fazla uzatmadan “inince yağmurluğunu unutmayasın” deyip otobüsün önüne doğru ilerledi. Otobüsün kalkmasını beklediği çeyrek dakika Sadık için geçmek bilmedi bir türlü. Cama yansıyan yüzü korkunç görünüyordu. Saçları terden ıslanıp alnına yapışmış, kendiliğinden iri ve kara gözleri büyüyerek tüm yüzünü kaplamıştı adeta. Kulaklarındaki uğultudan başka bir ses duyamıyordu çevreden. Sık sık dönüp öne, arkaya bakıyor, bir türlü sakinleşemiyordu oturduğu koltukta. Otobüs gürültüyle sarsılıp hareket etti nihayet. Otobüsün hareketiyle az da olsa rahatladı sanki.
Köye vardıklarında şoförün hatırlatmasıyla yağmurluğunu alıp ön kapıdan indi. Yağmur, hâlâ gök gürültüsü ve şimşekler eşliğinde yağmaya devam ediyordu. Siyah muşamba yağmurluğu katlayıp içinde radyo olan kovanın geniş ağzına yaydı. Onca heyecanın üstüne donuna kadar da ıslanarak eve doğru yürümeye başladı.
Evlerine yaklaşmıştı ki, tel örgüyle çevrili bahçelerindeki insan kalabalığını gördü. Korktu. Aklı başından gitti neredeyse. Hırsızlığı duyulmuş demek ki, meraklı konu – komşu toplanmış bahçelerine. Kafasındaki senaryoya göre dükkân sahibi de annesiyle kardeşini rehin alıp onu bekliyordu içeride. Kovaları elinden bırakarak neler olduğunu anlamaya çalışıyordu ki, kardeşinin arkadaşı Ayfer’i gördü. Ayfer, koşup gelerek “Zarife öldü, Sadık Abi!” dedi hıçkırıklar arasından.
Sadık, duyduklarına inanamadı önce, öyle donakaldı bir süre. Ardından kardeşine getirdiği radyoyu kovadan çıkartıp çamurun içine attı. Yerden aldığı büyük bir taşla vurarak parçalarına ayırdığı radyonun kırıklarını toplayıp etrafa saçtıktan sonra bedenini taşıyamayan bacakları bir süre titredi, dizlerinin üstüne çöktü… Hüngür hüngür ağlıyordu şimdi, ağladığının farkında olmadan.