Büyüyünce anladım acımasızlığını yolların. Yokuş veya engebeli olmasına gerek yoktu. Yollar bizi yorardı hep. Yürü yürü pabuçlarımız yırtılır, imanımız gevrerdi anamın tabiriyle. Yolların sonu yoktu bizim için. Birkaç geçici durakları vardı hatırladığım. Üç beş ay durur nefeslenir, sonra yine tabana kuvvet… Çekirdek kaplumbağa ailesiydik adeta. Çadırdan evimizi babam sırtlanırdı, diğer öteberileri anam. Ben de yükten payımı alır ailecek düşerdik yollara. Karnımızın doyabileceği yerlere götüren yollara.
Cennetli köyüne de öyle geldiydik. Yaz başıydı. Köy meydanının oradan akan derenin kıyısındaki kavak ağaçlarından birinin koyu gölgesinde sırtımızdan atıverdik yüklerimizi. Anam yere yaydığı eski kilim parçasının üstüne oturup bacaklarını önüne uzattı. Ben de çöküverdim yanına. Israr etsek de babam dinlenmedi. Alnında biriken terleri eliyle sıyırıp meydanın köşesindeki kahvehaneye doğru yürüdü. Akşam olmadan çadırımızı kuracak güvenli bir alan bulması gerekirdi ve bu konuda kahvehanedeki köylülerden yardım isteyecekti. Anam çitle çevrili bahçelerin içindeki evlere bakıp derinden bir of çekti. Şu, göçebe hayattan bıkıp usandığını dışa vurmanın sitemli bir ifade şekliydi kendince. Her gittiğimiz yer yeni heyecanlar yaratsa da ben de yerleşik bir yuvamız olsun istiyordum artık.
Aradan birkaç dakika geçti geçmedi babam geri döndü aceleyle. Dizlerinin üstüne karşımıza çöküp gülümsedi. “Çadırla madırla uğraşmayacağız. Ev buldum, hanım” dedi. Sahibinin terk ettiği eski toprak ev bizim yeni yuvamız oldu böylece. Dağılıp dökülen yerlerini onardık, tavanını ve duvarlarını örümcek ağlarından arındırıp badana boyasını yaptık. Mor başlı kangalların adam boyunu geçtiği bahçesini yaban otların istilasından kurtarıp eve yerleştik kısa zamanda. Babam da köy okulunda bekçilik işine başlayınca “burası son durağımız” dedi anam. “Bundan böyle kimse beni yerimden kıpırdatamaz.” Yaz bitmeden benim yüzümden bu evi kaçarak terk edeceğimizi ne anam, ne babam, ne de ben bilebilirdim.
On bir yaşımda kendime ait bir odam olmuştu. Eşyalardan yoksundu, küçücüktü ama benimdi. İlk günler odamın tadını çıkararak vakit geçirdim. Eski tahta masanın üstüne yaydığım kitaplarla baş başa kalmak güzeldi. Resim yapmak da…Ama zaman içinde ulaşılmaz sandığım şeyler sıradanlaşmaya başladı giderek. Evde canım sıkılıyor, konuşacak bir arkadaşım olsun istiyordum. Gittiğimiz yerlerde fazla kalmadığımızdan hiç arkadaşım olmamıştı bugüne dek. Ne okulda, ne sokakta, ne de komşuda. Ailem de alışmayayım diye çocuklarla oynamama müsade etmiyordu. Ayrılması zor olurmuş… Ama artık durum değişmişti. Kendime arkadaşlar bulabilirdim. Okuyup adam olmak için gittiğim okulda çok çabalamama rağmen kimseyle yakınlık kuramadım. Çocuklar yanıma yaklaşmadı, aralarına almadılar beni. “İlk günler biraz sabredeceksin” diye teselli etti anam.
Sabrederek iki haftayı devirmiş eve dönüyordum bir öğle sonrası. Hava çok sıcaktı. Kavaklıdere boyunca dizilmiş ağaçların tek yaprağında dahi en ufak bir kımıltı görünmüyordu. Üstünden kızgın yazın geçtiği sararmış bahçelerden ve köyün ötesindeki pamuk tarlalarından gelen cırcır böceklerinin kulak tırmalayan tiz sesleri bürümüştü etrafı. Kendimi iyi hissetmiyordum. Güneş çarpmıştı sanki beni. Üstümdeki beyaz gömlek ıslanıp sırtıma yapışmış, kısacık tıraşlı saçlarımın dibinden terler boşanıyordu. Biraz serinleyeyim diye okul çantamı ilk gün gölgesinde oturduğumuz kavak ağacının altına bırakıp dereye indim. Gömleğin kollarını dirseğime sıvazlayıp su kenarına çömeldim. Elimi yüzümü dupduru ve serin suyla iyice yıkadıktan sonra, az ilerimdeki beton köprüden dereye atlayan çocukları seyrettim. Kocaman taşlarla suyun önüne yaptıkları bendin gerisinde oluşan havuzda kara kurbağalar gibi yüzüyorlardı neşeyle. Yaklaşık iki metre yüksekliğindeki köprüden peş peşe atlayışları aklımı başımdan almıştı. Ne güzel eğleniyorlardı. Çağırsalardı koşa koşa giderdim. Birden içlerinden en uzun boylu olanı sudan çıkıp kıyıdaki yayvan taşın üstüne dikeldi. Siyah donunun paçalarından damlayan suları silkip işaret parmağıyla beni çağırdı. Koşarak gittim. “Adın ne senin?” “Emir.” “Bizimle yüzmek ister misin?” dedi çarpık dişlerini göstererek. Başka ne isteyebilirdim. Evet deyıp aceleyle gömleğimin düğmelerini çözmeye başlamıştım ki bileğime yapışıp durdurdu beni. Alnına dökülen ıslak saçlarını bir baş hareketiyle geri savurup sesini yükseltti
“Bu işler öyle boş beleşe olmaz dostum, önce beni dinle.” Kolumdan çekiştire çekiştire köprü üstüne çıkarttı. İşaret parmağıyla kahvehanenin önünde oturan yaşlı adamı gösterdi. Karşısındaki tahta kasanın üstüne turuncu hurmalar dizilmişti adamın. “Bak” dedi uzun boylu. “O gördüğün Musa dede. Gözleri kördür göremez. Lezzetli hurmalar satıyor. O meyvelerden beşini kap gel, ol altıncı arkadaşımız”. “Ama param yok”. “Çalacaksın o zaman, görmüyor ya nasılsa”. “Siz neden…?” “Bizi kokumuzdan bilir, sesimizden tanır yaşlı bunak. Sen henüz yenisin ya”. İkilemde kaldığımı anlayınca da “ee, sen bilirsin ödleklerle işimiz olmaz bizim” deyip arkasını döndü.
Arkadaşlıklar böyle kuruluyordu belki de. Teklifi kabul ederek Musa dedeye doğru yollandım. Birden bugünkü okul paramı harcamadığım geldi aklıma. Bu, hem sevindirdi, hem de cesaretimi artırdı. Ama yirmi kuruşa beş hurmayı nasıl alacaktım. Tanesi on kuruşmuş. Uzun boylu çocuk ufak tefek yol yordam gösterse de dizlerim titremeye başladı Musa dedenin yanında. Önce merhaba ettim cılız bir sesle. Musa dede merhabamı değil, kasanın yanına bıraktığı demir bastonunu kapıp aldı. Birer kurumuş çamur göletini andıran gözleriyle yüzüme baktı görüyormuş gibi. Korktum. Gerisin geri adım atmak istedim yapamadım. Ayaklarımdan yere mıhlanmıştım sanki. Bastonunun eğri başını koluma takıp kendine doğru çekti beni adam. Koca damarlı buruşuk ellerini saçımda, yüzümde gezdirdi. “Ha, o haytalardan değilsin.” Yutkuna, kekeleye hurma alacağımı söyledim. “Ama önce parası” dedi. Elimde tuttuğum iki adet on kuruşu avcuna bıraktım. Paraları, baş ve işaret parmağının arasında kontrol ederken “tamam, iki tane seçebilirsin” dedi. Kasanın üstüne eğildiğimde kalbim ağzımdan düşecek gibi hissetsem de ilk hamlede arka sıralardan üç hurma alıp koynuma sakladım aceleyle. İkinci kere hurmalara doğru uzandığımda, Musa dedenin yaşlı ellerinin birer örümcek gibi meyvelerin üstünde gezindiğini gördüm. Gözüme kestirdiğim diğer iki hurmayı alamadan arkamı dönüp son süratle koştum. Kaburgalarımın arasında bir sürü kuş kanat çırpıyordu sanki. Musa dedenin arkamdan fırlattığı taşlar ara sıra topuklarıma çarpsa da köprü üstünde kahkaha tufanı koparan çocukların yanına gelmeyi başarabilmiştim. Koynumdaki hurmalar ezilip gömleğimi boyamıştı, o başka. Çocuklar katıla katıla gülerek ortalarına aldılar beni. Kimi koynumdaki ezik hurmalara saldırıyor, kimi ıslak eliyle omzuma şaplak atıyor, kimi de beceriksz diye dalgasını geçip alay ediyordu. Gırgır şamatadan duymamış kimse. Demir başlı bastonun beton zeminde çıkarttığı sesi fark ettiğimizde geç kalmıştık. Musa dede dibimize dayanmıştı. Çocuklar sözleşmiş gibi hepsi birden suya atlarken uzun boylu olan kolumdan sürükleyerek beni de kendisiyle beraber götürdü. Aradan saniyeler geçmişti belki de Musa dedenin köprü kenarındaki boşa attığı adımıyla birlikte havada anlık uçuşu ve ardından gümbürtüyle suya düşüşü hepimizi ürküttü. Sıçrayıp kıyıya tırmandık. Göletine taş atılmış kurbağalar gibi susmuştuk hepimiz. Kafa üste suya çakılan Musa dedenin bendin taşlarına çarpan başından akan kanla kızıla boyanan derenin kıyısında birer heykelciktik sanki. Kıpırtısız, nefessiz.
O gün, dibindeki çilli çakıl taşlarının göründüğü berrak sular kızıldan çamura döndü gözlerimizin önünde. “Emir’in bulandırdığı Kavaklıdere bir daha da durulmaz” dedi ağzı var olan herkes. Bize yine yollar görünmüştü. Cennetli’yi terk ediyorduk. Bu defa yükten payıma düşeni değil, en ağırını sırtlanmıştım. Ömür boyu taşıyacaktım onu. Bundan sonraki yolları birlikte yürüyecektik artık, ben ve vicdan azabım! En başlarda demiştim ya yollar bizi yorardı hep…