Kapının zili kanarya sesiyle çaldığında üç çift, tabaklarına az önce konan adsız, tatsız, tanımsız yemeğe bakıyorlardı.
“Ethem Efendi gelmiştir.” dedi adam. Karısı kalktı açmaya. İş bölümünün kolay kısmı olan tahmin yürütme konusunu kocası üstlenirdi hep, ama kadın rövanşını alırdı nasıl olsa.
Derya, kapıyı yarı aralık olacak şekilde açtı. Olası tehlikelerden küçük saklanışlarla kaçınmaya çalışırdı ya insanlar, üstelik bunu da garipsemezlerdi. Otomatik olarak yarım açık kapının arkasında dururlardı böyle.
“Derya Hanım, otopark anahtarınızın pilini taktırdım, aslında altmış lira tuttu ama yüz lira kabul edin siz, kırk lirasını kendime aldım.”
“Peki, Ethem Bey. Kırkını cebinize indiragandi diyorsunuz yani.”
Mehmet sofradakilere fısıldadı:
“Şu adamı bile, kendimize uydurduk, yalansıza bağladık ya, pes.”
Derya, masaya döndüğünde yeni nesil tariflerden seçip mercimek unuyla yaptığı, glutensiz yalancı makarnanın üstündeki probiyotik sosu dürtükleyen Nazlı’ya baktı.
“Sevdin mi? Sıfır gluten. Sosu da tüm bağırsak florasını düzenliyor.”
“Yok sevmedim hiç Derya ya. Senin şu antin kuntin tariflerinden sonra üç gün kendime gelemiyorum.”
Nazlı’nın eşi Selçuk, ortayı yakalayınca ağzındakileri püskürtmesine yol açan kahkahasıyla gol attı masanın üzerine. Pancar tanecikleri, beyaz masa örtüsünün üstüne galaksideki yıldızlar gibi saçıldı. Hala yalansız apartmanı sohbetlerini sıradan karşılayamıyor, ortaya çıkan abes durumlar karşısında kayışı salıveriyordu böyle.
Nazlı kucağındaki kenarı dantelli, beyazın beyazı kumaş peçeteyi aldı kocasına fırlattı.
“Ne pislik. Midem kalktı. Ağzını kapa bari.” dedi.
Selçuk, banyoya kendini temizlemeye gittiğinde, sessizce yemeğini yiyen Hasan’a laf attı Merve.
“Biliyor musunuz, Hasan beni aldatıyor.” Öylece, dümdüz, dolambaçsız, teşbihsiz, metaforsuz söyleyiverdi.
Masadaki herkes, Selçuk hariç -çünkü banyodaydı hala- Hasan’a baktılar. Hasan dünyadaki en önemli konu mercimek makarnasını yemekmiş gibi başını kaldırmadan yemeye devam etti. Üzerinde onlarca kış başka bir şey giyilmemiş gibi görünen, dirsekleri sünmüş gri kazağıyla filmlerdeki figüranlara benziyordu. Hani filmdeki restoranda ana masada değil, arkada oturan hiç kimsenin bilinçli bir şekilde ona bakmadığı, durmaksızın yiyen içen adam.
Merve devam etti.
“Benden genç, benden çok daha güzel. İşveli cilveli. Kaltak falan da değil. Harbi daha iyisini bulmuş.”
Merve söylediği her şeyi kafasında çok evirip çevirmişti anlaşılan. Yaptığı tarifin detaylarını gözünde canlandırdığı anlaşılıyordu. Hayal ederken, alnında oluşan iki incecik çizgi, bir süredir botoksa gitmediğini gösteriyordu. Önündeki tabağa dönüp, az önceki bombayı masaya bırakan o değilmiş gibi yemeye devam etti.
Nazlı’yla Derya bakıştılar. Derya hiç kendini tutmaya çalışmadan saldı kelimeleri.
“Senelerdir canına okudun adamın. Sana yine iyi dayandı. Dominantmış, baskın karaktermiş, hah! Hayatının içine ettin adamın be. Milyon borçların altına sokmalar, abartılar, hiç kimseyle yalnız görüştürmemeler…”
“Ay şeyi de unutma…” diye kaş göz etti Nazlı.
“Şirketteki herifi mi diyorsun? Yazışıp yazışıp durduğu?”
Hasan kızardı da kızardı. İncelip kalmış dudaklarından tek kelime dökülmedi. Oyun böyleydi ya yalansız ya hiç.
Selçuk elinde kâğıt havlusuyla tuvaletten geldi, yerine otururken:
“Mehmet, Derya amma cimrisiniz ha. Bu kadar sert, zımpara gibi kâğıt havlu da hiç görmemiştim. Her şeyin ucuzunu alın siz, üç harfliden mi aldınız?”
“Bırak onu da büyük olayı kaçırdın. Hasan’ın hayatında biri varmış lan.”
“Hadi be, ben şok! Merve oyar oğlum seni.”
Kapının kanaryası öttü yine. Bu sefer Derya, Mehmet’i dürtükledi.
“Sıra sende.”
Mehmet’in sesi duyuldu kapı ağzında:
“Aaaa Servinaz teyze, buyur buyur. Ne getirdin?”
“Selçuk oğlum, mercimek köfte vardı, üçüncü gün oldu, atacaktım artık, bari size getireyim dedim.”
“Eksik olma be Servinaz teyze. Ölürsek cenazemize de gel ama, darılırız.” dedi kapıyı örterken.
Mehmet, komiklik yapmak için burnunu tıkayarak mercimek köftesi tabağı elinde kafasını uzattı salona.
“Şunu atıp geliyorum.” dedi. Kadıncağızın üşenmeyip tabağa asker gibi dizdiği, üç günlük mercimek köftesini bir çatalla çöp kovasına itekleyip salona döndü.
“Peki, boşanmayı düşünüyor musun Merve?” diye fısıldadı Derya. Merve’nin küt kesim saçlarıyla örtülü kulağına.
“Boşanmamakta seni örnek aldım tatlım.”
Bıçağıyla dürtüklediği beyaz peynir üçgeninden minik bir parçayı attı ağzına. Devam etti:
“Boşansan sen boşanırdın değil mi şekerim kaç vukuattan sonra?”
Mehmet, masaya geri döndüğünde başıyla Merve’nin çalan cep telefonunu işaret etti.
Kadın omuzlarını silkti.
“Senin meşhur patron mu? Influencer oldu bi de başımıza.”
“Gece gündüz arıyor. Bazılarını açmıyorum.”
Cep telefonu sustuktan sonra tekrar çalmaya başladı. Merve ufladı pufladı. Kalktı sofradan, kucağındaki kar beyaz, kenarları dantelli peçeteyi masaya bırakıp, cep telefonunu aldı, terastaki sigara içilen kış bahçesine doğru gitti. Hoparlöre aldığı sesi masadakiler duymaya devam ettiler.
“Alo, Merve? Nerdesin saatlerdir? Arıyorum arıyorum açılmıyor.”
“Demet Hanım, boş verin onu da konuya gelelim. Anlaşmanızı iptal ettiler.”
“Nasıl olur? Benden fazla takipçilisini, etkileşim getirenini nereden bulacaklar? Proje mi durdurulmuş yoksa?”
“Yoo, çok şımarıkmışsınız, ilerleyen günlerde başlarına bela olurmuşsunuz. Sıkıntı olurmuş. Cesaret edemediler sizinle çalışmaya.”
“Sen yarın gelmiyormuşsun, rahatsız mısın?”
“Yok yarın hiç gelesim yok ondan. Kafa izni.” Hoparlörü kapadığından sessizliğin sesini duymadı masadakiler.
“….”
“İyi akşamlar Demet Hanım.”
Merve, derin bir nefes alarak telefonu kapattı.
“Mehmet, hadi pastayı getirelim.” Derya, Mehmet’in koluna girdi, şarabın etkisiyle sallanarak yürüyordu hafiften. Üzerinde ince uzun tek bir mum yanan pastayla içeri girdiler.
“Ee hadi bakalım. Birinci yılımız kutlu olsun. Valla iyi dayandık oyuna, birbirimizi boğmadık, işsiz kalmadık.”
Karı, koca pastayı masanın tam ortasına bıraktılar.
“Ne demiştik, geçen sene bugün, Yalansızın mumu yadsıya kadar yanar.” Kocaman, sinir bozucu bir kahkaha attı Mehmet. “Ne diyorsunuz tamam mı, devam mı?”