Sabah uyandığımda, baş ağrısı, baş dönmesi içinde kaybolmuştum. Sol taraftan belim, boynum tutulmuştu. Sağa döndüm. Yanımda bana göre genç, güzel, hâlâ uyuyan, makyajı akmış kadın yatıyordu.
Saçımız, başımız, üstümüz, altımız dağınıktı, enikonu akşamdan kalmaydık. Oramız, buramız alkolle karışık parfüm kokuyordu. Her şeye karşı isteksizdik, pişmanlık içinde istemiştik dün gece. Kaçamamıştık kaçınılmazdan, içimizdeki bir dürtü gibiydi.
Özlemiştim onu çok. Tanıyordum sanki. Yabancı gelmedi.
Yerimden fırladım. Açık pencereden gelen sabah esintisiyle beyaz tül perde içeri, üstümüze doğru yalayarak uçuşuyordu. O an perdenin kendisiydim sanki. Bir yanı özgür, mutlu, ferah, bir yanı bağlı, sabitlenmiş. Uzaklaşmak istiyor, gidemiyordu.
Perdenin raylarından gelen tıkırtı kulağımı tırmalıyordu. Gözlerimi kapattım, odanın beyaz aydınlığından gözlerim kamaşmıştı. Burası neresiydi?
Sabah kahvemi içmemiştim henüz.
Uzaktan gelen korna seslerini duydum. Pencereden aşağı baktığımda, simitçinin önünde vatandaşın kuyruğunu, işine yetişmeye çalışanları gördüm. Çay bardaklarının sıcaklığı ve kaşıkların bardak camına çarpışının sesini duyduğumu hayal ettim.
Hangisi gerçekti acaba?
Dün gece kadının dedikleri aklımdan geçti: “Boşuna çaba. Boya boya. Hepsi süs için! Sen benim gerçeğimi görmüyorsun. Beni tanımadın.”
Uyandı, bana baktı. Sustuk karşılıklı.
Eski unuttuğum zamanlardakine benzer, anlamaya çalışmak gibi bir merakım yoktu.
Hoş, dün gece olanları tam anımsamıyordum!
Alışkın da değildim, otuz senelik evlilikten sonra. Hayat yoldaşım Sevil’i kaybedeli bir sene olmuştu. Yanımda başka bir kadınla, -yoksa değil miydi?- bir şeyler paylaşmış olmaya ne kadar hazırdım bilmiyordum. Büyük bir değişiklikti benim için. Bunca yıllık sadık evlilik, yoğun laboratuvar, üniversite, yurtdışındaki enstitü, akademik ve bilimsel tıp çalışmasından sonra, benim gibi bir adam nerede olduğunu, yanında kim olduğunu bilmeden uyanıyordu.
Dışarıdaki dünya, birbiriyle haşır neşir olmaya başlamış, özgür, meraklı insanların ruhuyla canlanıyordu. Bulunduğum yerde parlak beyaz bir durağanlık içinde kendimi gizlemiştim.
Gün ışığı aslında bir tuzaktı. Işık kör ediyordu. Ama geceleri, gözlerimiz fal taşı gibi açılıyordu. Gündüzleri kaçırdığımız şeyleri, gecenin çekiciliği kazandırıyordu. Sonra yine unutuyorduk olanı biteni. Esas olan gerçekti, gündüzün aydınlığıydı diye avundum, içten içe yalan söyledim. Kendimizi gece karanlığından gizlemek ne kadar kolaysa, gündüzleri gizlemek de o kadar zordu.
Dün gece -galiba dün geceydi- aynı okuldan mezun arkadaşlarla otuz beşinci yıl kutlama yemeği için buluşmuştuk. Bütün akşam eski anılardan söz edilmiş, ballandırarak anlatılmıştı. Çoğunu anımsamamış dönem arkadaşlarımın okulumuzla ilgili ne kadar farklı ve güzel anıları olduğunu düşünmüştüm. Tek ortak gerekçeleri, gurur duydukları mezun oldukları okula aidiyetti.
Restoranda, otuz dokuz yıl önceki voleybol şampiyonasında yenilip, ikinci oldukları maç üzerine tartışırlarken uygun anı yakalayıp kendimi sokağa attım. Pek şaşırmış gözükmüyorlardı arkamdan. Seneler içinde değişen olmamıştı aramızda. Herkes onlarca yıl önce olduğu yerdeydi.
Cadde tarafında yürürken gecenin bir vakti, karanlık ara sokaklarında, bakımsız ve yıkılmak üzere olan tarihi binaların arasında, kimsenin birbiriyle karşılaşamayacağı kör noktaları gördüm. Dükkân ışıklandırmalarının rengi, pırıltılı görünmezliği, gizleyici kalkanı oluşturuyordu. Tek gördüğüm, imgelememizde yarattığım biçim ve gölgelerin dış hatlarıydı. Ya da bana öyle geldi. Fahişeler, öğrenciler, askerler, doktorlar ve yabancılar, hepsi aynı sokakta, gizli ya da değil, geziniyor, bakınıyor, birbirleriyle konuşuyor, belki de gecenin sonunda sevişiyorlardı.
Cesaretimi toplayıp, yakındaki nostaljik rock müzik mekânının önünde durdum ve giriş kapısına yavaşça sokuldum. Kapıdaki korumaların arasından sıyrılarak içeri girdim. Sebebi ve yolu ne olursa olsun, artık mekânın içindeydim. Mekânda nasıl davranacağımı bilmiyordum. Hayatımın son otuz, kırk senesinde yaptığım gibi, “sebep ve sonuç” ilişkilerini dikkate almalı, uygun davranmalıydım. “Yok yok!” şu anda üniversitede değil bir eğlence mekanındaydım. Kendime geldim. Bara ulaştım, ortamı daha kolay izleyebileceğim yerdi. Siparişimi verip, elime aldım bir bardağı, içinde ne olduğu belli olmayanından. Tanıdık görür müydüm acaba? Hani, nostaljik diye gelen birileri olur muydu? Kendi kendime gülme tuttu. Benim yaşıtlarım, tansiyon hapını içmiş, çoktan yatıp uyumuştu.
Hoş bir kadın yanıma geldi. “Niye gülüyorsun? Bana da anlatsana, beraber gülelim.” dedi. Yüz çizgilerinin olgun ve tanıdık olduğu hissine kapıldım. Gülümseyip, selam verdim. Hoşuma gitti. Çok yalnızdım. “Ne istersin?” diye sordum.
Geçmiş anılarımdan biri aklıma geliverdi hemen: Gençlik yıllarımda, Şişli’de pastanenin birinde, “Ne içersin?” soruma “Belki kebap yiyeceğim, beni sınırlamaya hakkın yok!” diye yanıt vererek, doğru sorunun sorulmasını gereğini öğretmişti bilge kadının biri.
Bana öyle güzel sözler söyledi ki, “en en” özlediği olduğuma inandım. “Onun hayatının erkeği olduğumu,” söyledi. Şaşkındım.
Dünya, yuvarlanan kadehler ile yalan bir dünyanın ta kendisi olup çıkmıştı. O dumanlanmış halimizle güldük, anlattık, şarkı söyledik. Her şey yalan da olabilirdi, gerçek de. Önemli olan aramızdaki sıcak akış, meyimizi içmekti. Hakikat olsa ne olacaktı, olmasa ne olacaktı. Sorgulayacak, yargılayacak ne aklımız ne takatimiz vardı. Gerek de yoktu zaten. Zihnimizi özgür bırakmazsak, kendi içimizi boşaltmadan, o anın nasıl tadını çıkaracaktık, nasıl yaşayacaktık?
Barın kenarında, yeni başka dostlar da keşfettik. Bundan kolay ne vardı o akşam? Dostlardan biri, konsere çıkmak üzere olan bir rock grubunun solistiymiş, genç kızların aşkı, konserde sahneye davet etti bizi. Kabul edip, boynumuza izin kartlarını taktık. Elektronik cihazlar, kablolar, orkestra malzemeleri, hoparlör dolu sahnede, yüzlerce izleyicinin önünde, tepede parlayarak dönen kristal topun altında kendimizi bulduk. Canlı müziğin nağmelerinde, sallandık durduk kendimizi belli etmeden. Çalanları, eskilerde dinlediğim melodilere sürekli benzettim.
Çıktık konserden, mekândan da.
Bunca yıldan sonra, geceyi tanımaya başlıyordum. Yeni bir evreni algılamaya, anlamaya başlamıştım yeni düşüncelerle: “Kitaplar gece okunur. Sinema, tiyatro ve müzik gösterileri gece olur. Gece sarhoş olur, gece kumar oynarız. Her şeyden arınmış, çıplak vücut geceye aittir. Vücutlar gece birbirine değer, bir araya gelir. Yaşam, gecenin konusudur.”
Tam o zaman anladım kendi gerçeğimi. Olamazdı. Karşımdaki Sevil’di. Yüzümü bol su ile yıkadım.
Döndüğümde, gitmişti.
Uyanışımın, kendime gelişimin, şaşkınlığımın, aşkı unutamayışımın, yalnızlığımın sabahıydı.