Kahverengiye dönen aloeveradan farksızdım; evet, biraz su hemen yeşile döndürürdü beni; ne ki etrafımda bana su verecek, beni tekrar hayata döndürecek kimsecikler yoktu. Belki boyut değiştirsem, paralel evrene geçiş yapsam yahut daha makulü bir iki insan içine karışsam gerçekleşebilirdi bu. Ama inziva öyle birdenbire olmaz; bir nevi intihar sebebi gibi birike birike, biraz da ruhta birtakım şeylerin yitmesi gibi eksile eksile gelir. İnzivam, uzun zamana yayılmış yılgınlığımın bir sonucuydu. Evet, ben bir münzeviyim. Koca kalın perdelerin ardında, ışık girmeyen odalara sığınmış, yolu çoktan yarılamış bir münzevi.
Kapı baca açmayı bırakın, kapı önüne dahi çıkmıyor, hayata küsmediğim zamanlarda alınıp bir köşede kendi halinde birikmiş eski gazete yığınları arasında yaşıyordum. Gazetelerin çengel bulmacalarını çözüyor, boş kalmış kutucuklara her gün bir harf diziyordum. Simgesini bilmediğim element yoktu ama resimdeki tanımadığım ünlü çoktu. Kimdi bu insanlar? Hangi ara bulmacalara kare fotoğrafları konacak kadar ünlü olmuşlardı? Bulmacayı tamamlamak için tüm o insanları bilmek zorunda mıydım? Hayır değildim, resimdeki şarkıcıyı bilince, anahtar sözcüğü bulunca hayatım rayına mı girecekti? Hiçbiri olmayacaktı. Dış dünyayla hiçbir bağımın kalmaması en çok da bulmaca çözerken yaralıyordu beni. Tanıyamıyordum kendimden başkasını.
Kendimi tanıyor muyum peki? Tanıyordum ya. Hayvanları seviyor, insanları sevmiyordum. Yağmuru seviyor, güneşten nefret ediyordum. Açlığı seviyor, hazımsız mideleri patlatmak istiyordum. Çalışmayı da sevmiyor, tembelliği kutsuyordum. Normallerin, ılımlıların, her şeyi sineye çekenlerin aksine başkaldırmanın, isyanın ve sorumluluk almamanın gözü pek bir neferi gibi dolaşıyordum insan içlerinde; inzivadan hemen önce. Evet, bir inzivadan öncem vardı. Güvenin, merhametin, şefkatin ve parlak jelatinlere sarılmamış tüm has ayar duyguların gizli ceplere saklanmadığı zamanlarda; ellerim nasır tutmamış, kalbim incinmekten liflerine ayrılmamış, gözlerim ferini söndürmemişken, daha üzeri simli eski zaman kartpostallarıyla yarışır bir mahalle arka fonunda – ki bazen genişler, bir ülke fonu olurdu bu – yaşıyordum insanlar arasında. ‘Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin’ diyen şaire öykünüp sırf yaşamak için çırpıyordum kanatlarımı. Ölümün soğuk nefesi yakınıma varmadan tadını çıkarıyordum her şeyin; havanın, suyun, hani üzerine fiyat biçilmemiş ne varsa. Fiyatı olanlarıysa asgari ölçüde tadıyordum ama sorun etmiyordum bunu. O zamanlar öyleydi çünkü. Varken yenisi alınmaz, bozulan defalarca tamir edilir, olmadı dönüştürülürdü bir başka şeye. Yemek masası, yeri gelir çalışma masası olurdu yeri gelir ütü masası. Boşa açık bir tek lamba bulamazdınız. İktisat, tasarruf gibi kelimeleri öyle lügatten değil; özümseyerek, yaşayarak öğrendik biz. Gaz lambası ışığında toplandık bir odaya, şikâyeti ettik etmesine de keyfini de çıkardık birbirimize kalmanın. TV’lere hapsolmadık velhasıl. Şimdinin bilgisayarı, interneti, akıllı telefonu almadı muhabbetlerimizin yerini. Bol kahkahalarla güldük; komşumuzun acısı bizim de ciğerimizi dağladı. Öyle herkes görsün, beğensin, takdir etsin diye olmadığımız gibi görünmedik hiç. Bu değildi tasamız. Hayat gailesi vardı bir kere. İşte öyle bir yaşamaktı bizimki.
Sonra oldu ne olduysa. İnsanın insanla kırıldığını hoş biz de bilirdik de kendi seçimimiz olmayan şeylerle yargılanmayı, kınanmayı, hor görülmeyi daha sonra öğrendik. Öğrendim. Öğrettiler zorla. Kafamıza vura vura. Dilleriyle döve döve. Farklı olmanın, – hoş bir dinozor değildim elbette – dilinle, dininle, kökeninle genelin içinde ayrık otu gibi durmanın ceremesini çektik; çektim. Oysa gök aynı göktü, toprak aynı toprak, su aynı su. Bize düşen ‘yaşamak’tı sadece. Ama kavgayı allayıp pulladılar; öyle güzel süslediler ki sandık tek tip olmak, sürüden ayrılmamak, doğru olan budur. Kendimizden olmayanı kendimize çeviremiyorsak, yaşamasın dedik. Ölsün. İnsan adalet koyucu olduğunda adalet kavramı tastamam olamazdı; çünkü insan ‘insan’dı. Hatasıyla, günahıyla varsa sevabıyla.
Bana da adil davranmadı insan. Hayatın kendisini suçlayamam; o kendi akışında rahvan gidiyordu işte. Zamanı da. O da devridaimini yapıyordu ona biçildiği ölçüde. Ama bu ikisinin ortasına yerleştirilen insan öyle miydi ya? İyisi de vardı kötüsü de. Zengini de vardı fakiri de. Güçlü olanı da vardı zayıfı da. Kantar kimdeyse topuz da ondaydı ve bir kere o dengeyi kaybettiysen – ettirildiysen – hayattan elini eteğini benim gibi çekiyordun işte. O dengeyi kaybettiğim gün, hayatımın dönüm noktasıydı.
İnsanlar, kavgayı yücelten, onlardan değilim diye, önce sözleriyle ardından kayaya dönmüş yumruklarıyla yere serdiler beni. Kovdular, “Git” dediler “Nereye gidersen git, bir daha buralara gelme!”. Bir caniymişim, katilmişim, azılı bir suçluymuşum gibi – oysa ayıplanacak bir şey yapmamıştım – tası tarağı toplayıp gitmemi istediler. Emrettiler. Tehditler savurdular. Dilim, dinim, kökenim… Belki hepsi, belki hiçbiri. Önemi var mı artık? Doğduğum, havasını soluduğum, suyunu içtiğim, âşık olduğum, terk edildiğim, deliler gibi kahkahalar attığım, seller gibi ağladığım, sokaklarında oynadığım, sokaklarında vurulduğum… Bu şehir değil miydi, bu ülke, bu topraklar?… İnsanı insana kırdırdılar. Beni de kırdılar, ruhumdan ve kemiklerimden. Hastanede açtım gözümü. Aylarca derin uyuduktan sonra. Hastane odasında o ilaç kokuları, o beyaz çarşaflar, beyaz önlüklüler, bittikçe yenisi gelen serum şişeleri arasında. Kaç kemik kırıldı da sonra birbirine kaynadı. Ama ruhum, o asi, başına buyruk o delişmen ruhum, hani insan seven, hayvan seven, tekmil canlı seven ben kaybetmiştim, hem ruhumu hem yaşamın ruhunu.
İnsan parasını kaybetse bir iki üzülür sonra yerine koyar, eşyasını kaybetse yenisini alır da ruhunu kaybetse güveniyle birlikte, işte o zaman ölüm saatini beklemeye başlar; bir dağ başında, belki kalabalıkları içinde bir şehrin evindeki arka odasında, belki taş duvarları arasında bir hapishanenin, belki bir hastane odasında yatağa bağlı, belki de benim gibi, haritada bile zor görünen ücra bir kasabada.
İnsanın alacası içindedir, derler. Benimki dışımda. İçimden kabarıp dışıma taşan tüm alacalarım; artık hayvanlarla aynı sınıftanım. Hani insanlar hakaret sözcüğü gibi kullanır ya hayvanı, oysa alacası dışındadır hayvanın. Gizleyemez olduğunu. Neyse odur ya, ben de tüm kaybettiklerimle, tüm yerine koyamadıklarımla yaşıyorum; yaşamak denirse buna. Nefes al nefes ver, ye iç, uyu uyan. En basit komutlara cevap verir gibi bir yaşamak benimki. Bir münzevinin kendinden başka dostu yoktur, çünkü yoktur yârenlik edeni. Dört duvar arasında, ısrarla ve inatla kendi söyler kendi dinler. Bazen günlerce hiç kelâm etmez. Öyle olur ki, dili paslanır; konuşacak olsa kelimeler yanlış dökülür dilinden. Yorgun düşer birkaç kelimeyle. Bazen de dili çözülür, türküler söyler, küf basmış duvarlar, eskimiş koltuklar olur dinleyeni. Toz yutmuş bir evin öksürmesi gibidir nağmeleri, köhür köhür. Sonra ayırtına varır yalnızlığının. İçlenir de kolayca unutur ama. Alışmıştır çünkü yalnızlık bir rutindir onun için. Benim için.
Yıllar yılları kovaladı. Mevsimler sıralarını şaşırdı. Dışarıda kış var şimdi. Kar var toprağın bağrında. Ağaçların dallarında. Evin damından sarkmış buzlar, pencere önü buza kesmiş. Aralıyorum kalın perdeyi. Hani bütün kirleri, bütün günahları, ayıpları ve noksanları saklar gibi, saklamış kar toprağı. Kediler ve köpekler de bir yerlere saklanmış olmalı; insan, zaten tek tük görürdüm, şimdi o da yok. Evlerinde olmalılar. Bir serçe evinin yolunu mu şaşırmış, yemek ararken kara mı saplanmış, yoksa soğuktan kanatlarını mı çırpamamış bilinmez, duruyor öylece karın üstünde. Dakikalardır izliyorum onu. Hareket etmiyor. Belki de öldü. Ölseydi yere devrilmesi gerekmez miydi? Ölüm bir nevi devrilmek değil midir? Karşı koyamazsın yerin çekimine. Ama serçe dimdik duruyor işte. Ölmediyse birazdan ölecek. Boyundan büyük bir yükün altına girmiş çünkü. Yaşamak derdi onunki. Sağ kalmak, karnını doyurmak. Yanına gidip ona uçması gerektiğini söylesem, dinler mi beni? Bir kuş uçmayı unutur mu hiç? Kanatlarını kullanması gerek, biri ona bunu hatırlatmalı.
Paltomu giyinip çıkıyorum dışarı. Soğuk, bıçak gibi yüzümü kesiyor. Gidiyorum kuşun yanına. Eğilip tam “Artık uçmalısın.” diyecekken fark ediyorum; ayakları, o narin, dünyayı incitmeden adımlayan ayakları kara batmış, donmuş. Ama ölmemiş işte. Direniyor. Ciğerinde kalan küçücük nefesi sahibine teslim etmemek için. Var gücüyle, otuz santim karın üstünde. Avuçlarımın arasına almaya çalışıyorum ama nafile, kar benden daha güçlü. Vermiyor serçeyi. Hayır, onu burada bırakamam, ölmesini bekleyemem. Sıkıca sarıyorum ellerimle, etrafını açıyorum. Kuşun neden uçamadığını anlıyorum sonunda. Kar kaplamış teneke kutunun üstünü. Serçenin ayakları tenekeye yapışmış. Karlara bata çıka eve gidiyorum. Yün eldivenlerimi alıp doğruca kuşun yanına dönüyorum. Eldiven giydiğim elimle battaniye oluyorum zavallıya. Nefesimi üflüyorum donan ayaklarına. Bu soğukta ölmemesi mucize. Üflemeye devam ettikçe bir mucize daha gerçekleşiyor ve ayrılıyor ayakları teneke kutudan. Artık özgür. Ama aç, ama ölüm bir nefes uzağında. Donmanın getirdiği uyku hali üzerinde. Öyle de güzel ki ölüme bile gülümseyerek gidenlere benziyor. Dedim ya yârenlik edenim yok diye, şu minik serçeyi bana yârenlik etsin diye alıyorum yanıma ama en çok yaşasın diye. Benim ölgün nefesim onu ısıtarak çözüyor buzlarından, onun o küçücük boyuyla hayata tutunuşu da beni çözüyor buzlarımdan.
Çok uzun zamandır hissetmediğim kadar iyi hissediyorum kendimi. Kutuya koyduğum minik serçe, yıpranmış kazağımın üstünde ısınmaya çalışıyor. Yavaş yavaş artacak vücut sıcaklığı. Usul usul açacak gözlerini, iyice ısınınca da şakıyacak belki. İşte o zaman ekmek koyacağım yanına, öyle ya yaşamak gailesi onunki. Biliyorum ölmeyecek, bu direnişin bir anlamı olmalı. Ölecekse bile karnı doyduktan sonra, ölecekse bile ısındıktan sonra…
Benimle kalacaksa ona bir ad bulmalıyım. Sonra hep kutuda da kalamaz. Bir kafes yapmalı. Yem kabı olmalı, suluğu. Çay tabağı işimi görür. Hele bir iyileşsin bakalım. Havalar ısınınca da salarım dışarı. Salar mıyım? Salarım ya. Kuşlar özgür kalmalı; hem bir ihtimal kendimi de salarım belki buzlarım eriyince. Erir mi buzlar? Erir ya; bahar gelince.