Dile kolay, tam beş yıl ayrı kaldım sevdiğimden. Hasretinden yanıp tutuştum. Arada sırada beni görmeye geldi gelmesine ama hiç kesmedi, özlem bitmedi. Buluşmalarımız sevinç ve hüzün doluydu hep. Bazen aklıma gelirdi, kalkıp yanına gitmek; ama hem işim hem de maddi durumum el vermezdi. Mecburen içim burkularak beklerdim, onun gelip beni görmesini. Zaten sürekli bana, “Sen gelme, ben seni almaya geleceğim, hele durumumu biraz daha düzelteyim,” diyordu. Bazen ben çok üsteleyince “Kazandıklarını buraya gelmek için harcama, evimiz için bir kenara koy!” diye beni ikna ediyordu. Haklıydı, bizi ve geleceğimizi düşünüyordu.
Adı Ferit’ti; benim çocukluk aşkım. Annemler, teyzemler hâlâ anlatır durur. Aklım ermeye başlar başlamaz, “Büyüyünce ben Ferit’le evleneceğim!” dermişim.
Yalan değil, Ferit ve ben birbirimizi çok sevdik. Aynı mahallede oturduk, aynı okullara gittik. Ben çalışkandım, o ise lise sonda tembelleşti, ikmale kaldı, güç bela mezun oldu. Sonra devam etmedi. Kimsenin de umurunda olmadı. Ama hayat hiç öyle demiyor işte. İşe başlayınca, “Ben buralarda yapamayacağım,” demeye başladı. Durmaksızın tekrarlayıp durdu bunu. Sonunda çekip gitti yurtdışına; beni de bir güzel onu beklemem için ikna ederek.
Gitmeden önce söz verdi bana:” Hiç merak etme, mutlaka gelip seni de alacağım yanıma. Sakın bizden vazgeçme, beni bekle!” Sanki demesine gerek varmış gibi. Benim gözüm ondan başkasını görmüyordu ki. Onun sevdası gözümü kör etmişti. Başkasıyla bir hayat düşünmek mi? Ne mümkündü!
Son geldiğinde, ne kadar kalacağını bilmiyordum; gelmeden önce bu konuda bir şey dememişti. Bizimle ilgili de hiç konuşmamıştı. Bir gün, “Bu akşam sinemaya gidelim?” diye teklif edince, tereddüt etmeden hemen kabul ettim. Niyetim, sinemadan sonra bizim durumumuzu konuşmaktı. Anne olma yaşım çoktan geçip gidiyordu; artık elini çabuk tutsa iyi olurdu.
Beraber Woody Allen’ın Hannah ve Kızkardeşleri filmine gittik. Film bitince, nedense bir cümle takıldı aklıma: “Kalp, esnek, çok esnek bir küçük kastır.” Ablasını bırakıp kardeşiyle evlenen ve ona âşık olan kahraman bunu söylemiyor muydu? Doğru olabilir miydi? Bugün Ferit’i deli gibi seven kalbim, acaba bir gün bir başkası için de aynı coşkuyla atabilir miydi? Ya Ferit? Sorduğumda kısa kesti: “Saçmalıyorsun,” dedi bana. Sustum. Biraz da kızdım kendime. Ne lüzumu vardı şimdi bu saçma sorunun? Huzurumuzu durduk yere kaçırmanın?
Tartışmamız başlamadan bitti. “Gidip bir yerde yemek mi yesek?” diye sordu. Karnım aç değildi; gelmeden önce ayaküstü biraz atıştırmıştım. Ne diyeceğimi bilemedim. Kararsızlığımı görünce, “Haydi, bize gidelim o zaman,” dedi. İtiraz etmedim. Aksine hoşuma bile gitti bu teklif. Annesi, babası ve ablası memlekete yeni gitmişti. Kocaman ev ikimize kalmıştı. Çok da rahat ederdik. Ne şahaneydi!
Yol boyu Ferit kıvranıp durdu. Eski arkadaşlarıyla görüşmüş, onlarla epey bira içmişti. Eve zar zor yetiştik. Koştu, kendini tuvalete attı. Oraya girince kolay kolay çıkmazdı, ben onu bilmez miyim? Tuvalet kuşum benim, hele yanına gazete ya da kitap aldıysa saatlerce orada tüner kalırdı.
Gözüm salonun ortasındaki geceden kalma yer yatağına takıldı. Demek ki Ferit dün gece orada uyumuş, sonra aceleyle çıkmıştı; önce arkadaşlarıyla, sonra benimle buluşmak için. Yatağı toplayıp toplamamak arasında gidip geldim epey. Daha sonra da, “Aman kalsın öyle,” deyip üzerine uzandım. Gözlerimi tavana diktim. Avizenin tavanda oluşturduğu ışık oyunlarını, bir kahve falına bakarmışçasına yorumlamaya çalıştım. Kuş yoktu ki “Müjdeli bir haber var!” diyeyim. Kıvrıla kıvrıla giden yol veya uçağa, vapura benzeyen bir şekil de yoktu ki “Bir yol görünüyor” diyeyim. Bir vakte kadar? Ayrılık mı var diyordu görüntüler? Ne alaka? Hatta içeriye, tuvalete doğru da seslendim. Ferit de duysun, biraz eğlensin istedim. “Üç vakte kadar bize ayrılık görünüyor tavanda…”
Gelecek hayalleri kursam daha iyiydi. Gözlerimi kapadım… Kendimi geleceğin meçhul, sır dolu kollarına bıraktım. Ferit’le beraber gitmişiz. Evlenmişiz. İki de çocuğumuz olmuş; bir kız bir oğlan. Tam da yıllardır hayal ettiğimiz gibi. Güzel bir evimiz var; bahçe içinde, iki katlı. İçinde rengârenk çiçekler, birkaç meyve ağacı. İşimizi de kurmuşuz nihayet; iyi de kazanıyoruz şükür. Senede bir defa biz geliyoruz memlekete, ailelerimizi görmeye; bir defa da onlar geliyor yanımıza, bizi ve torunlarıyla hasret gidermeye. Yol masraflarını biz üstleniyoruz haliyle.
Hayalim bitiyor. Dönüyorum gerçek hayata. Tavanda tuhaf gölgeler, avize hafif rüzgârda sallanıyor. Ferit hâlâ tuvalette. Gelsin, bir an önce konuşalım diye sabırsızlanıyorum. İçeriye sesleniyorum tekrardan, duymuyor; duysa mutlaka bir ses verir. “Herhalde battı” diyorum.
Sonra birden gözüm, uzandığım yatağın hemen sol yanında duran siyah bond çantaya takılıyor. Ben düşüncelerimi çantadan uzaklaştırmak istedikçe, içimdeki şeytan bana rahat vermiyor; sürekli dürtüyor beni, diyor ki: “Aç çantayı, aç! Ya içinde sana aldığı yüzük varsa? Ya bir sürpriz?” Direniyorum. Çantayı açmamak için, o fikri kafamdan uzaklaştırmaya çalışıyorum. Zaten başkasının eşyasını karıştırmak hiç huyum değildir ki. Sonra Ferit ne der görürse? Bana kızmaz mı? O da hiç hazzetmez. Küser bana. Risk almaya değer mi? Sonunda pes ediyorum. Şeytan kazanıyor, ben kaybediyorum.
Kalkıp çantayı alıyorum. Açılmıyor, şifreli. “İyi oldu” diyorum, seviniyorum hatta. Tam yerine geri koyacağım, “Aç diyor, çantayı aç!” İçimdeki şeytan çıldırmış, bir de bana sürekli “Şifresi ne olabilir?” diye soruyor. “Ben nereden bileyim, şeytan olan sensin. Sus artık!” diyorum.
“Ablasının doğum tarihi olabilir mi?” Bingo…
Çantayı açıyorum; içinde bir pasaport, yanında da bir evlilik cüzdanı. Kime ait olabilir ki? Bir anlam veremiyorum. Başkasının evlilik cüzdanının Ferit’in çantasında ne işi olabilir? Cüzdanı açıyorum; yan yana iki resim, bir kadın bir erkek. Kadın yabancı, tanımıyorum. Ya erkek? Çok tanıdık. Ferit… Ferit’in ne işi var şimdi bu kadınla? İçeriye doğru avazım çıktığı kadar “Ferit!” diye bağırasım var. Kendime hâkim olup susuyorum.
Yeniden resimlere bakıyorum. Altında yazılanları okuyorum; hem de birkaç kez. Okudukça başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor. Haşlanıp orada öyle cayır cayır yanıyorum.
Benim yıllarca yolunu beklediğim, ilk aşkım, büyük aşkım meğer üç sene önce başka bir kadınla evlenmiş. Taşlar yerine oturuyor yavaş yavaş kafamda. Bir ara çok heveslenmiş, yanına gidip bir sürpriz yapmak istemiştim. Duyunca en çok ailesi ve arkadaşları karşı çıkmıştı bana. “Gidip de ne yapacaksın? Zaten Ferit yakında gelecek,” diye beni aylarca ne güzel oyalamışlardı. Ben gitmemiştim sonunda, Ferit de gelmemişti; tüm hevesim kursağımda kalmıştı.
Pasaport ve evlilik cüzdanını çantaya geri koyuyorum. Sonra da kapatıyorum. Çantayı aldığım yere bırakıyorum.
Ayaklarım sessiz, içimde fırtınalar kopuyor. Kapıya yöneliyorum; çekilen sifonun sesi ve içimde çınlayan şeytanın kahkahasıyla…“ Ben demiştim,” diyor Şeytan. Bu defa susmuyorum. Hakkını teslim etmek lazım: “Haklıydın,” diyorum içimden “Sen kazandın, ben kaybettim…”
Sadece şifre kısmı biraz safça gerisi kurnaz animus..Jung böyle der erkekler animous dur .Sürekli arayış sadakat zor.Genlerini yayma endişesi…
Sonuçta güzel bir yazı.