Kaçtır arıyorum, karşıma bir Allah’ın kulu çıkmıyor. Neymiş?.. Teknolojiymiş! İnsanın sonu bu teknoloji yüzünden olacak. İnsanlar tuşlara, rakamlara mahkûm oldu. Ortada insan kalmadı. Sözümona telefon edip bir müşkülünüzü halledeceksiniz, mümkünü yok. Karşınıza çıkan kurgulanmış, mekanik bir ses: on bir haneli kimlik numaranı gir, şifreni gir, adın, soyadın, doğum tarihin, olmadı annenizin gençlik soyadının ilk ve üçüncü harfleri. Yok devenin pabucu! Neymiş?.. Güvenlikmiş! Çıkacak cana bunca eziyet nedendir? Anlamış değilim. Dün akşam ne yediğimi hatırlamıyorum, o kadar zaman geçti ki, nerdeyse anamın adını unutacağım. Genç kızlık soyadı, hem de birinci ve üçüncü harfleri! Neden ikinci, altıncı değil? Ya soyadı iki harfli olsaydı ne olacaktı? Bir keresinde farkında olmadan adının birinci ve üçüncü harflerini tuşlamışım, kızılca kıyamet koptu. Elimdeki telefon kilitleniverdi. Bunca harfi, bunca rakamı, bunca yaşımda ufacık bir plastik parçasının üzerinde nasıl raks ettiririm ben? Allah bankaların, kurumların, büyük fiyakalı şirketlerin eline düşürmesin insanı. Bu yaşta üç kuruşluk enerjiniz var, onu da bunlar alıyor.
Bir de şuna illet oluyorum. Adınızı, kodunuzu, şifrenizi girdikten sonra karşınıza mekanik bir ses çıkıyor. Genelde kadın sesi olmasına rağmen size hükmeden, itici bir ses tonuyla, sözümona, sizi yönlendiriyor. Şurayı isterseniz 1’e basınız, burayı isterseniz 2’yi tuşlayınız… Sonrasında rakamlar 8’e, 10’a kadar gidiyor. Ondan sonra başa dönüp “temsilcimizle görüşmek için lütfen sıfırı tuşlayınız.” Ya mübarek, şunu baştan söylesene! O anda derin bir ohh çekiyorsunuz, nihayet karşınıza bir insan çıkacak diye rahatlıyorsunuz. Bu işi başardım diyerek gururla tuşa basıyorsunuz. Yine o mekanik karga sesi kulaklarınızda çınlıyor: “bütün temsilcilerimiz şu anda meşgul, lütfen hatta kalınız.” Bu arada bir umutla bekliyorsunuz. Ama sizleri yakalamışken boş bırakmıyorlar; şirket, kurum, banka her ne halt ise yaptıkları marifetleri, yedikleri herzeleri bir bir şişinerek anlatıp reklamlarını yapıyorlar. Telefonun başında ‘la havle’ çekiyorsunuz. Hemen ardından nakarat tekrarlanıyor: “şu anda bütün temsilcilerimiz meşgul lütfen hattan ayrılmayınız.” Bazıları da bu araya müzik koyuyor. Dam üstünde saksağan… Bir keresinde Sabret gönül bir gün olur… şarkısının nağmelerine tanık oldum. Resmen alay ediliyor insanlarla ya da çok hafife alınıyoruz.
İlk zamanlar bu gizli kapaklı şifrelerin, kodların, harflerin, rakamların öylesine etkisi altında kalmış olmalıyım ki, kâbus bile gördüm. İşte hikâyesi:
“Gecenin ileri bir saatinde loş karanlığın içinde onunla yüz yüze geliyorum. Yanağıma bir öpücük, ense köküme de bir barkot kondurarak asker bavulu gibi beni buralara bırakıyor. Ulu bir alanda mahşeri bir kalabalığın içinde oluyorum. Sanki kıyamet kopmuş da insanlık ayağa kalkmış gibi. Asyalısı, Afrikalısı, Eskimosu herkes burada. Arada başka dünyalardan gelmiş akıllı yaratıklar da var. Kalabalığa her yönden yeni katılanlar oluyor, gelenlerin ardı arkası kesilmiyor. Etrafta yüzlerce, belki de binlerce direk var. İnsanlar bu direklere ulaştıklarında ışıklı bir kapıdan geçerek barkotlarını okutup kapının ardındaki sisin içinde kayboluyorlar. Sıra bana da geliyor. Ama birileri önce bölge numarası, sonra direk numarası, sonrasında da sıra numarası almam gerektiğini söylüyor. Bütün bu aşamaları kan ter içinde geçip ense kökümdeki barkodumu okutmak için kurbanlık koyunlar gibi kafamı uzattığımda canhıraş bir telaşa kapılıyorum; acaba, şifremi de soracaklar mı? Hiçbiri aklımda değil!”
Bu acıyla gözlerimi açmam bir oldu. Yatağın içinde oturmuş sağımı solumu yoklarken buldum kendimi. İşte böyle kâbuslar yaşatıyor insana bu kodlu, şifreli yaşam.
Ne güzel ufacık bir cep telefonum vardı. ‘Akılsız’ cinsten. İnsanların sesine kulak vermeye yetiyordu. Ya da insanların seslerini duymaya. ‘Akıllıları’ çıktı şimdilerde. 7/24 her an, her yerde. Çoluk – çocuk herkesin elinde. İnsanlar sanki akıllarını bu plastik kutuya hapsetmişler de onu çıkarmaya çalışıyorlarmış gibi bir uğraş içindeler. Bu yüzden kazalar belalar oluyor. Ama İnsanlığın bütün macerası bu plastik kutuların içinde. İnsanın bunlara meftun olmaması mümkün değil. Ben de edindim bunlardan bir tane, ‘mahalle baskısı’ndan kurtulmak için. O kadar pişman oldum ki, telefon faturam ikiye, üçe katlanıverdi bir anda. Telefon şirketine gittim bu yüzden. Bir şeyler indirmişim bir yerlerden. Farkında değilim, tuşlardan birine basmışım meğer. Peki, n’olcak şimdi? Bir numara verdiler, “burayla görüşün” dediler. Neyse uzatmayayım, bu numaradan bir insan sesine ulaşabilmek ve sorunu halledebilmek için anamdan emdiğim süt burnumdan geldi. Telefon ahizesini ilk elime aldığımda 17 – 18 yaşlarındaydım. Heyecandan tir tir titrediğimi anımsarım. Neyi nasıl yapacağımı bilememiştim. Yaşım yetmişi geçti ama teknolojinin baş döndüren gelişmesi karşısında hâlâ aynı duyguları yaşıyorum. Bu giderek de artacağa benziyor. Birazdan karşımızdakinin beyninden geçen düşünceleri okuyan teknolojiye sahip olacağız. Tuşlara zihnimizle hükmedeceğiz. İnsan olmaktan çıkıp kodlar, barkodlar, şifreler, semboller ve sayılardan ibaret olacağız.
Teknoloji almış başını gidiyor. Her gün yeni yeni şeyler icat ediliyor. Ama insanın moral değerleri böyle mi? İnsan bu hıza yetişemiyor. Bir anda adapte olamıyor; arada çukurlar, vadiler oluşuyor. Telefonun ya da bilgisayarın başında süklüm püklüm kalıveriyorsunuz. Teknoloji güzel de, insanı insanlığından ediyor. Yarattığımız teknolojinin esiri oluyoruz. Teknoloji insanların eline renkli, cazip oyuncaklar verip burunlarına halka takarak kendine mahkûm ediyor. Giderek insanları kendine benzetiyor; duyarsız, soğuk ve metalik. İnsanları ahtapotun kolları gibi sarmalayarak onları doğal ortamlarından söküp sanal ortamların içine hapsediyor. İnsanlar tarih boyunca bu denli bir iletişim içinde olmamışlardır ama çağımızdaki kadar da ‘yalnız’ olmamışlardır. Etraflarında ne bir dost, ne bir insan sıcaklığı kaldı. Sanal ortamda bu sıcak ve yüce duygular ikonlara, sembollere dönüşmüş durumda. Giderek varlığımız sanal, duygu ve heyecanlarımız sembol, ruhlarımız ikonalaşacak. Zavallı insancıklar!
Geçenlerde bütün bunları unutturacak bir olay yaşadım bu telefonlar vesilesiyle. Yine bir yerleri arıyordum. Numarayı çevirir çevirmez billur gibi bir kadın sesi yankılandı kulaklarımda, “Alo, buyurun efendim” diyordu ses. Hemen yanlış bir numara çevirdiğimi anladım ama sesin sıcaklığı, nezaketi ve nezaheti beni o kadar etkilemiş olmalı ki, özür dileyip kapatmak istemedim telefonu nedense. Sesin içtenliğine ve kibarlığına teşekkür edip kendimi tanıttım. Telefonda canlı, sıcak ve güzel bir insan sesine hasret kaldığımı söyleyip yücelttim sesin sahibesini. Onurlandı, mutlandı. O da bana teşekkür etti. Telefon maceralarımı sabırla dinledi ve bana hak verdi. O da aynı durumdaymış, emekli bir öğretmenmiş ve yalnız yaşıyormuş. İnsani sıcaklık ve duyarlık içinde bir süre söyleştik. Sonrasında ah vah edip vedalaştık. Telefon kapandıktan sonra ahize elimde donup kaldım. Aniden sesin sıcaklığını içimde hissettim. Giderek benliğimi sarmaya, ruhumu sarsalamaya başladı ses. Acaba hangi yanlış numarayı çevirmiştim? Geldi beynime oturdu bu yanlış numara. Yedi numaradan acaba hangisine ya da hangilerine yanlış basmıştım. Bunu teknolojik olarak tespit etmem pekâlâ mümkündü. Ancak ruhum, o anda bu yanlışı tekrar yapmayı öylesine istiyordu ki, içimin sızısını kulaklarımda duyumsuyordum.