Rengârenk topların ortaya saçılması gibi sarı, yeşil, mavi yağmur geçirmez montlarıyla minibüsten fırladılar. Virajlı yollarda döne döne mideleri bulanmış, daracık koltuklarda sıkışmışlardı. Bir “Pazar” günleri vardı, onu da doğada geçirmek için gün doğmadan kalkmayı göze alıp gelmişlerdi. Grubun rehberi aceleci, kaybedecek vakitleri yok: “Beş dakika içinde yürüyüşe başlıyoruz!”

Serpil, dalıp gitmişti. Sabahın tatlı ayazı yol sersemliğini aldı. Ayaklarının dibindeki mor çiğdemleri sanki hayatında ilk defa görüyordu. Döne döne düşen çınar yaprağını eline aldı, inceledi; böyle bir tasarımı ofislerinde yapabilmeleri mümkün müydü? Her bir kenarı farklı uzunlukta ve renkte, orantısızlığın içindeki uyumdu bu. Doğada her şey ne kadar kendine has ve tam olması gerektiği gibiydi. Selim, çantalarını düzenlemiş, tozluklarını takmış yanına geldi. Aylardan beri ilk defa eşinin yüzünde dudak kıvrımlarının kenara çekilmesiyle oluşan tebessüme benzer bir hareket görüyordu. Sevindi. Durumunu bilip hatırlatmayacak insanlarla vakit geçirmesi için doğa yürüyüş grubuna katılmak en doğru seçimdi.

Yürüyüşe başlamadan önce asker gibi sıraya dizilip sağ baştan saydılar. On beş kişi. Kolay parkur, aşağıya doğru inip deniz kenarında bitirecekler. İkili üçlü gruplar halinde dar patika yoldan rehberi takip ediyor, hep bir ağızdan konuşuyorlardı. İş yeri sorunları, ailevi problemler ortaya dökülüyordu. Serpil’in arkasındaki iki kadın, temizliğe gelen kadından şikâyetçiydi. Serpil memnun olanını duymamıştı ki; hep şikâyet ederler, yine de kendilerinin yapmaktan kaçtıkları ev işlerini sigortasız düşük saat ücretiyle “kadın” diye bahsettikleri bu kişilere yaptırırlardı. Bu ikisi birazdan eşitlik ve adalet konusunda duyarlıymış gibi ahkâm kesecekler diye düşündü, işitmemek için adımlarını hızlandırdı.

Selim, önlerinde yürüyen iki adamın siyaset muhabbetine katılmıştı. Serpil, sessizce etrafına bakınarak bir süre tek başına ilerledi. Kuşlar ne güzel ötüyordu. Birinin sesi sanki keyifli bir ıslığa benziyordu. Aniden durdu. O da neydi? Ağaçların arasından tiz bir ses duydu. Bebek ağlamasına benziyordu. Telaşlandı. Ses yükseliyor, beyninde yankılanarak çoğalıyordu. Tüm evren bu sesten ibaretti sanki. Gözleri karardı, benzi soldu, kanı tüm vücudundan çekilmişçesine bir yaprak gibi titriyordu. Terapide öğrendiği nefes egzersizlerini uygulamaya çalıştı bir ağaca tutunarak.

O sırada yanından geçmekte olan kadının dikkatini çekti bu durum. “İyi misiniz? Yoruldunuz mu?”  “Biraz halsizim, kendime gelirim şimdi. Siz az önce şu ağaçların arkasından gelen bir ses duydunuz mu?” dedi Serpil. “Yoo!” dedi kadın, “ama biraz önce sanırım ara ara bir çam baştankarası sesi vardı. Çok güzel ötüyor değil mi? Kuşlardan biraz anlarım.” Beraber yürümeye başladılar. Bir süre sonra kadın kaçınılmaz soruyu sordu, ne iş yapıyordu. Birazdan nereli olduğu sorusu gelirdi. İnsanların yeni tanıştıkları bir kimsede ilk önce ne iş yaptığını merak etmesi ilginç değil miydi? Meslek, işyeri, doğum yeri bunlar kişinin kim olduğuna dair ipuçları mı veriyordu? İzlediği bir filmde görmüştü,  işine son verilecek adam, “Şimdi ben yarın buraya gelmeyecek miyim? O zaman nereye giderim, kim olurum ki ben?” demişti. İşlerimiz, unvanlarımız olmasa kim oluruz ki biz? Benzer tepkiyi annesi üç yıl önce vermişti Serpil’e: “Öğretmen olmayacağım diyorsun. İnsanlar sordukları zaman ne diyeceğim söyler misin bana. Şöyle gerine gerine ‘kızım öğretmen’ demek hakkım değil miydi? Tasarım ne demek bilmem ben, anlamam o işlerden.” Serpil’in doğup büyüdüğü küçük şehirde insanlar yaptıkları işle birlikte anılırdı; Maliyeden Emekli Atiye Hanım, Orman Müdürü Osman Bey, Demet Öğretmen… Merhametli, yürekli, cömert ya da sempatik sıfatlarıyla anılmazlardı hiçbiri. Serpil bu tür sorulardan oldum olası hoşlanmıyordu. “Neyi bilmek istiyorsun hakkımda,” diye sorsa biri, belki bir hayalini, mırıldanmaktan hoşlandığı bir şarkıyı, okuduğu kitabı, izlediği filmi sorabilirdi. Yanındaki kadın eski kocasıyla sorunlarını anlatırken bir süre sonra kelimelerin anlamsız bir gürültüye dönüştüklerini fark etti. Biraz daha kuşları anlatsaydı keşke diye düşündü.

Sahile indiler. Yemek molası zamanıydı. Selim hazırladığı sandviçleri getirdi. Eşi arkadaş edinebildi diye hoşnut görünüyordu. Toplu bir fotoğraf için onlara da seslendiler. Bıkmıyorlardı… “Beni bir de şöyle alsana, ağaçlar arkamda görünsün!”, “Gel sen de, selfie çekiyoruz!” Anında sosyal medyada paylaşımlar yapılıyor, beğenenler inceleniyor; cep telefonlarına bakmaktan çevreyi göremiyorlardı. Yukarıdaki çalılığa poz vermek için çıkan bir tanesi seslendi: “Arkadaşlar, buraya gelin. Bakın, kıyafetler var burada!” Şaşkınlıkla aşağıdaki sahile doğru saçılmış giysilere baktılar. Teki olmayan ayakkabılar, eşofman altları, tişörtler… Kim bırakmış olabilirdi bunları? Rehber bu bölgeye kimi zaman karşıdaki Yunan adasına gitmek isteyen mültecilerin geldiğini söyledi, onlardan kalmış olmalıydı. Serpil hüzünlendi. Yersiz yurtsuz insanlar, neyle karşılaşacaklarını bilmedikleri zorunlu bir yolculuğa çıkıyorlardı. Arkada bıraktıkları bir yaşam, bağlar, kökler… Yanlarına ne kadar eşya sığdırabilirlerdi? Geçen yılki taşınmalarını düşündü. Ne çok eşya vardı. Koca kamyona sığmıyordu. Oradan oraya taşıdıkları onca eşya…

Serpil, şamatacı kalabalığı arkasında bırakıp, deniz kenarında tek başına dolaşmak istedi. Karşı kıyılara baktı. Dalgaların sesini dinledi. İnsanlar denizi aşıp adaya varabilmişler miydi? Yoksa… Uzun zamandır haber izlemiyor, gazete okumuyordu. Üzüntü duyabileceği her ortamdan uzak tutmaya çalışıyordu Selim onu. Dolaşırken taşların arasında renkli bir şey çarptı gözüne. Merakla eğildi. Aldı. Anında yere yığılıp kaldı. Selim koşarak yanına geldi. Serpil yaşlı gözleriyle, “Bebeğimi versinler bana, bebeğimi istiyorum,” derken bayıldı. Sımsıkı tuttuğu eli gevşedi. Bir bebek ayakkabısı mavi renkte, usulca kayıp düştü avucundan.