Sabah 6:30’da uyandık, 7:00’de kahvaltının ardından 8:00’de Selanik’te
konakladığımız otelden ayrıldık, Otobüsümüzle Atina’ya doğru yola çıktık. Hava
yirmi derece olmasına rağmen bulutlu ve kapalı olduğu için Olympos dağları ve
karlı tepeleri ancak yaklaştıkça görünmeye başladı. Tempi dağlarını geçerek Aya
Paraskevi Kilisesi’nin bulunduğu yere geldik. Otobüs şoförümüz aracı park etmek
üzere bizi indirdi. Burası ormanlık ve dağlık bir bölge. Minyatür bir asma köprüyü
geçerek kiliseye ulaştık. Girişteki şifalı suyun yüz-göz hastalıklarına iyi geldiği
söyleniyor. Ellerinde pet şişelerle oradan ayrılmakta olan bir başka turist kafilesinin
kendi aralarındaki konuşmalarından şifalı suyu hasta yakınlarına da götürmek üzere
pet şişelere doldurduklarını öğrenince, grup içinde bir telaş ve hareketlilik yaşandı,
herkes yanında taşıdığı suyu yere boşaltıp şifalı su doldurmak üzere çeşmeye doğru
hareketlendi birden. Ben elimi yüzümü yıkamakla yetinip hazır kalabalık akın
etmemişken kiliseye girmeyi tercih edenlerin arasına karıştım, sudan şifa beklemek
yerine fotoğraf çekmek daha fazla ilgimi çektiği için olsa gerek. Yanımdaki yaşlıca
teyze, “sen dilek dilemeyecek misin, a kızım?” diye elime bir mum tutuşturunca
mecburen aldım. Şimdi kadıncağıza, duayla, dinle, dilekle bir işim olmadığını,
mucizelere inanmayı çoktan bıraktığımı mı anlatayım, tüm bu mizansenin kapitalist
sistemin dayatması olduğunu mu… Söylesem anlamayacaktı nasılsa. Yaşlı teyze
(rehberimize taş çıkartırcasına), kilisenin hemen yanındaki Aya Paraskevi
Ayazması mağarasını işaret ederek, “asıl şifalı su bunun içinde kızım, bu mağarada
hamile bir aziz ve bebeği saklanmış, korumuş bu mağara onları, oradaki sudan iç,
dilek dile sen de, seni de korur” diye koluma girip beni çekiştiriyor. (Aslında aziz
değil azize olmalı ama hadi neyse, hem hamileyse, bebeği karnında zaten, hamile ve
bebeği demek ne alaka?!) Grubun mağara ziyareti ve dilek dileme ritüelinin
tamamlanmasını bekliyor rehberimiz az ilerde. Yanına gidip ben de bir sigara
yakıyorum. “Bu Ayazma, Rum Azize Aya Paraskevi adına yapılmış ve onun adını
taşıyor.. 1734 yılında…” diye tekrar etmeye girişiyor, otobüsteyken dinlediğimiz,
hatta benim not da aldığım tarihi ayrıntıları. Yüzüne biraz ilgisiz baktığımdan mıdır,
yoksa gözümün kolumdaki saate gidip geldiğini gördüğü için midir nedir, kısa
kesiyor lafı, “sadece İstanbul’da bu azize adına kurulmuş beş kilise var, oradakilere
ilgi göstermezler ama yurt dışı gezisi olunca, nerde kilise, cami, saray varsa hepsini
in çık dolaşmaktan geri kalmazlar” diye lafı değiştiriyor, kendisine bir yandaş
bulduğu hissinin gözlerinde ve sesinde yanıp sönen anlık ışıltısını yakalıyorum.
Belli belirsiz gülümsemekle yetiniyorum. Saatine bakıyor, yere attığı sigarasını
ayakkabısının ucuyla ezerek söndürüyor, eğilip alıyor yerden izmariti, ilerdeki çöp
kutusuna atıyor, gruba “dönüşe geçiyoruz!” diye sesleniyor… Elindeki bayrağı beni
takip edin seviyesinde yukarı kaldırıyor.
Otobüsümüze yerleşip Atina’ya doğru yola devam ediyoruz. Yol boyunca, otoyol
kenarlarına belirli aralıklarla koyulmuş minik minyatür kiliseler dikkatimi çekiyor.
Rehberimiz, elinde mikrofon bilgi vermeye devam ediyor: “Trafik kazasında ölen
yakınları için aileleri yaptırır bu minyatür yol kenarı kiliselerini, görenler yola
dikkat etmeyi hatırlasınlar diye, içlerine ikona, ekmek, zeytin, para koyarlar gelip
geçen alsın, karnını doyursun, dua etsin ölenin ruhuna diye…”
Ben ne çok dua ettim oysa, geceler boyu, günler boyu, aylar boyu dua ettim,
yalvardım, “Allahım” dedim, “oğlumu bana bağışla”. O motosiklet kazasından sağ
kurtulması bir mucizeydi ama ikinci mucizeye duaların gücü yetmedi… Çıkamadı
komadan.
Rehberin “Öğle yemeği için Lamia’da mola vereceğiz, Sonra ver elini Atina!”
sözleriyle, gözlerimi ve kulaklarımı daldığım derinliklerden çıkarıp rehbere
çeviriyorum: “Sıvı ve kuru yük taşımacılığıyla deniz ticareti Yunanistan’ın en
büyük gelirini oluşturuyor. İkinci gelir kaynağı da turizm. En çok Atina’ya ve
adalara turizm akar. İki bin – üç bin nüfuslu küçük adalarda bile havaalanı vardır.
Adalar dört taraftan rüzgâr alır; yel değirmenleri çoktur. En büyük adası altı yüz bin
nüfuslu Girit’tir. Üçüncü büyük ada, Midilli adası, nam-ı diğer Lesbos… Lezbiyen
kadın şair Safo’dan gelir adı. Mikanos ise geylerin adası, gündüz uyuyan, gece
yaşayan adadır…” .
O gece… “Öğrendiniz işte, sırrımı öğrendiniz sonunda! Gölgeler arasında
yaşamaktan bıktım…” Babası üstüne yürümüştü, sen nasıl erkeksin diye. “Ben o
kadar erkeğim ki adam gibi adamım hem de!” cevabının ardından çorap söküğü gibi
akmıştı tüm gizli saklı gerçekler… “Arkasından vurmadım kimseyi, art niyetli
olmadım hiç, kimseyle alay etmedim, kimseyi aldatmadım, sadakatsizlik etmedim
sevdiğime, kimsenin namusuna göz dikmedim… Ben, adamlık naraları atanlardan
hep daha fazla adam oldum… Rakı içtim. Erkeksi görünmek için değil, sevdiğim
için. Sakalım hep vardı, erkeksi görünmek için değil, erkek olduğum için. Evet
senden farklıyım ama sadece zevklerimiz değil farklı olan, eşcinsel olduğum için
değil, senden daha insan olduğum için farklıyım ben. Daha vicdanlı, daha dürüst
olduğum için… Ben senin zevklerini sorgulamadım, yargılamadım; sen neden
benim dünyamı yargılıyorsun? Sadece beni değil, benim gibi olan herkesi!” Sonra
bana dönüp, “Anne” dedin, “sana yalan söylediğim için kendimi hep suçlu
hissettim, affet beni. Tatile çıkarken kiminle gittiğimi sordun hep, arkadaşla,
arkadaşlarla deyip durdum ben de. Yalan olmasa da eksikti. Hep benim
fotoğraflarımı gördünüz ya da diğerleriyle birlikte olanları. Erkek arkadaşımla,
sevgilimle olan fotoğraflarımı hiç görmediniz. Bütün resimler, bilgisayarımda şifreli
bir klasörün içinde gizli başka bir şifreli dosyadaydı. Bilgisayarımın da şifresi vardı,
telefonumun da. Hayatımdaki her şeyin bir kilidi vardı, bıktım… Affet beni anne,
sustuğum için, kelimeleri boğazıma kilitlediğim için de affet beni… Sadece benim
gerçeğimle ilgili suskunluğum için değil, babamın gerçeğiyle ilgili bilip de
söyleyemediklerim için de affet!” Sen de beni affet oğlum…
“ (…) Atina ismi, Tanrıça Atena’dan geliyor. Akropoli de Atena’nın tapınağı.
‘Acro’, ‘uç’ demek, ‘Poli’ ise ‘şehir’, Acropoli “Uç şehir” anlamında. Acropoli,
Akropolis olmuş zamanla…” Rehberimiz devam ediyor anlatmaya, işini mesleğini
sever görünümünün ötesinde biraz da bilgiç bir edayla. “Akropolis’in eteklerindeki
yeşil alana agora deniyor. Burası siyasi konuşmaların yapıldığı bir meydan.
Politikacılar çıkıp halka vaatlerde bulunurlarmış. Vaatlerini yerine getirmeyeni
başka şehre kırk seneliğine ihraç edermiş halk, seçme ve seçilme hakkını da elinden
alarak. (İşte bunun adına demokrasi diyorlar zaten…) Atena, tanrı Zeus’la Hera’nın
kızları. Bu arada size ilginç bir bilgi: çocukları hep Zeus doğurmuştur, tanrı Zeus.
Bakın onun mitolojik hikâyesi de şöyle: Zeus çapkınlıklarıyla meşhur! (Demek
erkeklerdeki bu genetik kodlanma buralardan geliyor…) Zeus’un karısı Hera, aileyi
temsil eden tanrıça. (Hep kadın aileyi ayakta tutmaya, temsil etmeye yarasın dursun
zaten…) Bunlar ölümsüz tanrılar, sıradışı yetenekleri var…” Bildiğimiz Zeus ve
hikâyelerini anlatıyor dersini sular seller gibi ezberlemiş rehberimiz. Olympos
entrikalarından örnekler veriyor. Bu hikâyelerden yeşili, doğayı, zeytinlikleri betona
çevirenler feyz alsın…Akropolis’te yaşasaydım, orada yaşayan halkın içinde
ben de olsaydım, hayat adaletli olsaydı, mucizeler gerçek olsaydı,tanrı beni
duysaydı…
Yanımda oturan yaşlı teyzenin kolumu çekiştirmesiyle sıçrıyorum yerimden.
– Kızım, için geçti galiba, sayıklıyordun, bak boncuk boncuk terlemişsin de.
– Öyle mi, ne dedim?
– Ne bileyim ben, Akropol, Zeus, mucize diye bir şeyler söyleyip durdun.
Sonra biriyle konuşur gibiydin, fişini taktım, çektiğim fişi taktım yerine dedin…
Saçma sapan şeyler işte.
Gözlerimi kapatıyorum yeniden, belki kaldığı yerden rüyama devam edebilirim
umuduyla… Teyze yanımda söylenip duruyor: “İyilik de yaramıyor, bak kâbus
görüyordu uyandırdım, bir teşekkür bile etmedi.”