Ne zaman dedemi düşünsem aklıma siğilli elleri gelir. Her iki elinin üzerinde kurumuş
tepeler gibi yığılmış, irili ufaklı siğiller vardı, eli elime değecek diye korkardım. Belki
de masal kitaplarındaki cadılar öyle resmedildiği için daha çok korkardım o irili ufaklı
çıkıntılardan. Oysa benim dedem kötü biri değildi. İyi kalpli, sevgi dolu bir ihtiyardı ve
sevilmeyi en çok o hak ediyordu.
Annemle babam çalıştığından çok sık gidemezdik dedemlerin ziyaretine, belki ayda bir
ya da iki defa. Yaşadıkları yer bizden çok uzakta, ormana komşu, yeşillikler içinde bir
köyün kenarındaydı. Arabayla bile saatlerce sürerdi yolculuk ama her zaman çok
keyifli geçerdi. Her şeyden önce annem, babam, ben ve ablam arabada parti verirdik.
Müziğin sesini açar, şarkılar söyleyerek, yolda güzel bir manzara gördük mü hemen
inip önünde poz vererek, uzun, neşeli bir yolculuk yapardık. Ve bu yolculuklarda
CD’den çalınacak müziklere ablamla ben karar verirdik. O zamanlar tek sıkıntım
ablamın müziklerinden nefret ediyor olmamdı. Ve maalesef ablam benden büyük
olduğu için daha fazla sözü geçiyordu.
Anneannemle dedemin yaşadıkları yer çok güzeldi, orada sanki tatile çıkmış gibi
hissederdim. Tek katlı, üç odalı, sarı boyalı küçük evlerinin çevresinde sandalyelerin ve
dedemin sallanan koltuğunun yerleştirildiği veranda, dışında da kocaman, yemyeşil bir
bahçe vardı. O bahçede neler yoktu ki! Mesela benim bir köpeğim, bir kuzum, bir
bıldırcınım ve bir kiraz ağacım olduğu gibi herkese ait bir şeyler bulunurdu. Dedem
ağacı benim doğduğum yıl diktiğini söylerdi. Torunumun yanakları bu kirazlar gibi al al
olsun diye diktim derdi. Sonra kiraz ağacı her yıl benim doğum günüme yakın
meyvelenir, biz de her gidişimizde afiyetle yerdik. Köpeğimin adı Asil’di. Dedem bir
keresinde kulağıma eğilmiş “Onun adını da senin asil güzelliğini gördükten sonra
koydum” demişti. O böyle söyleyince gerçekten çok güzel olduğumu düşünür,
mutluluktan kanatlanırdım. Ara sıra yanağımı okşamak için elini uzatır, benim telaşla
geri çekildiğimi görünce, siğillerden tedirgin olduğumu anlar, dokunmazdı. Evet
elindeki siğillerden tiksiniyordum. Hele onların bulaşıcı olduğunu öğrendikten sonra,
bana bulaşmasından ve hiç geçmemesinden korkar olmuştum. Akşam eve dönüp
uykuya daldığımda, vücudumun her yanını sarmış irili ufaklı siğillerden hareket
edemediğimi görür, hep aynı korkunç kabusla uyanırdım. Bir yandan da dedemden bu
denli tiksindiğim için kendimden utanır, onu üzdüğüm için içten içe kendime kızardım.
Ama çocukluk işte, o zamanlar daha farklı davranmak için elimden hiç bir şey
gelmiyordu.
Anneannem ve dedem çok becerikli iki ihtiyardı. Onları ziyarete gittiğimiz günler
anneannem harika bir sofra hazırlar, yer, içer, bir-iki kilo alıp geri dönerdik. Ayrıca
anneme hazırladığı yiyeceklerden tencere tencere verirdi ve onun mutfağının kokusu
sinmiş sarmalar, içli köfteler, açma böreklerle neredeyse bir hafta boyunca ziyafet
çekmeye devam ederdik. Anneannem yorgunluk nedir bilmezdi. İşte o yüzden bir gün
öldüğünü söylediklerinde inanamadım. Değil ölümü yakıştırmak, hiç hastalandığını
duymamıştım ki… Her ziyaretimizde ablamla bana kenarları harika tığ işi motiflerle
bezenmiş tülbentler verirdi. Hatta biz, ablamla ikimiz, dalga geçerdik; “Bugün yine ne
renk tülbentimiz olacak acaba?” diye. Çünkü biz onun gibi tülbent bağlamayı
düşünmüyorduk, şehirde kimse tülbent örtmezdi ki. Olsun derdi, çeyiziniz için bunlar.
Şimdi düşünüyorum da, ondan kalan her hatıra ne kadar değerli. Bu gerçeği onun için
“öldü” dedikleri gün anlamıştım. Sevdiğin insandan geriye kalan küçücük bir hatıra,
paylaşılan tüm anları canlı tutuyor, sanki zamanın içinde yolculuk yapıyor ve o saatleri
tekrar tekrar yaşıyorsun. Küçük çocuk aklımla düşünmüştüm; aslında anneannem
cennete giderken dedemi de yanında götürmeyerek bize en değerli hatırasını bırakmıştı.

Dedem tek başına kalınca çok değişti. Artık daha az konuşuyor, neredeyse hiç
gülmüyor, hareket etmek bile istemiyordu. Onu önce yanımıza aldık, annem yalnız
kalmasını istemedi. Geceleri benim odamdaki açılır kanepede uyurdu. Bana belli
etmemeye çalışsa da ağladığını duyardım, ardından da mırıldanır gibi kısık bir sesle
Allah’a yakarırdı “Yalvarırım beni de al” diye. Şimdi o hüzünlü geceleri hatırladığım
zaman bile göz yaşlarıma hâkim olamıyorum. Yanına koşup sarılıp onunla birlikte
ağlamak geçerdi içimden ama onu daha da çok üzmekten korkar, başıma yorganımı
çeker, “Allahım dedemin duasını ne olur kabul etme” diye dua eder, sessizce ağlardım.
Bizde çok uzun kalmak istemedi, annemin ısrarlarına “Herkesin bir düzeni var yavrum,
bırak ben de evime döneyim” dedi ve gitti. Öyle olunca da biz onu yalnız bırakmamak
için her hafta sonu yanına gitmeye başladık. Gün geçtikçe biraz açılsa, yüzünde
gülümsemeye dair izler görünse de hem o hem de biz hayatımızdaki büyük eksikliği
derinden hissediyorduk.
O yaz tatilinde ben, dedemin yanında kalmak istediğimi söyledim. Ablam bir yaz kampı
için yurt dışına çıkacaktı. Annemle babam da yoğun çalışıyordu. Ayrıca dedemin
yanına da ev işleri için bir yardımcı almışlardı. Çok iyi anlaştığımız orta yaşlı bir köylü
teyzeydi. Benimle yaşıt bir kızı vardı. Hiç sıkılmayacağımı ve dedeme arkadaşlık
edeceğimi söyleyince izni kopardım ve hayatımın en güzel, en unutulmaz yaz tatilini
yaşadım.
Dedemin bir hobisi vardı, ormanda uzun yürüyüşler yapar, boy boy kozalak toplar ve
onları birleştirerek bakmaya doyulmaz heykeller yapardı. Anneannemi kaybettikten
sonra bu işe daha bir sarılmıştı. Ben de ona çıraklık yapıyordum. Dedem kozalakları
birleştirmek için ökseotundan elde ettiği bir tutkalı kullanırdı. Önce nasıl bir heykel
ortaya çıkartacağını kâğıda çizer, sonra kozalakları boyar, kurumaya bırakır, en sonda
da ökseyle birbirine tuttururdu.
Sabah erkenden uyanır, Sıdıka Teyze’nin hazırladığı kahvaltımızı yapar, yanımıza
Asil’i de alır, yola koyulurduk. Bazı sabahlar ormanı sis kaplardı. Özellikle havanın
birdenbire ısındığı günlerdi bunlar. İlk başlarda sisin içinde kaybolmaktan ve dedemi
bulamamaktan çok korkardım. Anneme asla bu korkumdan bahsetmemiştim. Vereceği
yanıt artık eve dönmem gerektiği olacaktı. O ormanı hep tehlikeli bulurdu ve küçük bir
kız için hiç de uygun değildi. Dedeme beni yanına almaması için ısrar ederdi. Aslında
ben de içten içe biraz korkardım. Kopkoyu, gri bir örtü gibi her yeri kaplayan sisin
içinde bazen iki adım ötemdeki dedemi bile göremez, sanki kötü büyülü bir ormanda
tekinsiz ruhlarla karşılaşacağımı düşünürdüm. Ama o yaz hiç ses etmedim, korkularımı
kendime sakladım ve dedemi takip ederken kaybolmayacağım bir çözüm buldum. Çok
da işime yaradı. Dedemin çizmelerinin sesini takip ediyordum. Evet, sisin içinde bir kör
oluyordum. Ormana adım attığımız zaman tüm sesler kesiliyor sanki orman canlıları
bizi dinliyordu. O zaman ben de gözlerimle değil kulaklarımla görmeye çalışıyordum.
Uzaklarda bir ağacın ardında bizim geçip gitmemizi bekleyen ürkek bir tilki olduğunu
duyuyordum mesela. Sonra öğlene doğru sis dağılıp güneş tepelere yükselince bile bu
oyunumu sürdürüyor, cırcır böceklerinin bir azalıp bir yükselen seslerinden ne kadar
yakınımda olduklarını, kaç tane olduklarını anlayabiliyordum. Ben o yaz dedemle
yaptığım gezilerde çevremdeki yaşamı keşfetmeyi öğrenmiştim.
Dedem bir gün devrilmiş bir ağacın üstünde oturup dinlenirken cebinden çakısını
çıkardı, ağaçtan irice bir dal parçası kopardı, yonttu, yonttu ve ortası çatallı dalı iyice
düzelttikten sonra bana uzattı:
“Bak bakalım nasıl olmuş?”
“Çok güzel dede… ama bu bir sapan!”
“Evet ne olmuş?”
“ Ama sen vahşi de olsa hayvanlara zarar vermemek gerektiğini söylerdin?”
“Eee…”
“Ben bununla kuşları mı vurucam?”
“Sapanla sadece hayvanlara zarar vermek mi geliyor aklına?”
“Eee yani köyde gördüğüm tüm oğlanlarda sapan var ve hep kuşları hedefliyorlar.”
“Onlar eşşeoğlu eşşek de ondan. Boş ver onları. Sen nişan almayı öğren, ağaçtan meyve
toplarsın, gün gelir birinin yardımı için kullanırsın. Elindeki sadece bir silah değildir,
unutma” dedi. Dedem ne dese doğru derdi. Köydeki bütün çocuklardan iyi nişancı
olmuştum. Onları da topluyor, hep birlikte hedef talimi yapıyorduk. Böylece köydeki
kuşlar da kurtulmuştu yaramazların elinden. Hatta beni gören birkaç kız da katılmıştı
aramıza.
Yaz bitiyordu ve artık eve, okula dönme vakti yaklaşıyordu. Annemler her “Gelip seni
alacağız” dediklerinde biraz daha, biraz daha diyerek oyalamıştım ama artık gitme
zamanı gelmişti. Hafta sonu şehre dönecektim. O gün dedemle son orman turumuzu
yapmış geri dönüyorduk, yuvadan düşmüş bir leylek yavrusu gördük, canlıydı. Aslında
onu fark etmemizi sağlayan, yuvada kanatlarını çırparak bağrışan annesi oldu. Sonra biz
daha yaklaşamadan bir kedinin olduğu yere sinmiş, ağır hareketlerle yavruya doğru
zıplamak üzere olduğunu fark ettim. Hemen sapanıma bir taş koydum ve kedinin önüne
nişan alarak fırlattım, kedi ne olduğunu anlamadan kaçıp gitti. Dedemle yavruyu
yuvasına yerleştirmek için epeyce uğraştık. Hatta köyden birkaç genç de gelip yardım
etti; Allahtan leylek ailesi yuvayı çok yüksek bir yere kurmamıştı.
Tabii böyle bir şey yaşayınca dedemle leylekler üzerine epeyce bir konuştuk. İnsanlarla
leyleklerin dost olduklarından, her yaz gelişlerinin beklendiğinden erken giderlerse
bunun köylü için kötü bir kışın habercisi olduğundan, masallardan ve efsanelerden
bahsetti. Şehre dönerken dedeme bir görev vermiştim, kurtardığımız leyleği sık sık
kontrol edecekti. Dedeme her telefon açışımda önce leyleği soruyordum, adını da Sakar
koymuştum. Umarım o sakarlıkla bizim yavru leylek o kadar uzun yolu gidebilir
demiştim. Dedem de “Sakar çok şanslı, böyle bir şansla dünyayı dolaşır da, ona hiç bir
şey olmaz merak etme” diye takılmıştı bana. O yaz sonu leylekler erken göç ettiler ve
gerçekten dedemin anlattığı gibi çok soğuk bir kış geçirdik. Baharın hiç gelmeyeceğini
düşündüğüm öyle bir kış hatırlamıyorum. Belki de dedemle birlikte geçirdiğim harika
yaz tatilinin etkisi de vardı bunda bir an önce bahar gelsin, sonra yaz ve ben dedemin
yanına gideyim istiyordum. Bahara doğru dedemden bir mektup geldi. İçinde dört
yapraklı bir yonca… “Bak” diye yazmıştı “bu yoncayı iyi sakla, doğada nadir bulunan
dört yapraklı yonca da şans getirir. Nasıl leylekler erken giderse kış tez gelir geç giderse
onun gibi bir şey işte. Ben sana emanet ediyorum bu dört yapraklı yoncayı. Dilerim
yaşamın boyunca hep sana şans getirsin benim asil, al yanaklı baldan tatlı torunum. ”
Dedem bir dahaki yazı göremedi. Allah benim değil, onun dualarını kabul etmişti. İyi
bir dostu kaybetmenin üzüntüsünü yaşıyordum ama onun adına mutluydum; çünkü en
çok istediği şeye kavuşacaktı: anneanneme.
Çalışma odamın başköşesinde, camlı bir çerçeve içinde duran dedemin dört yapraklı
yoncası ise hayatım boyunca bana hep şans getirdi. Dedem bir kez daha haklı çıkmıştı
ya da insan neye inanmak istiyorsa, bu hayatta o oluyor.