Matmazel Alyoşa, kenarları lacivert, gövdesi beyaz, orta boy emaye leğene doldurduğu
soğutulmuş ciğer soteyle, sefaret yokuşunu tırmanıyor.
Yokuşun sonunda, sefaretin bitişiğinde başlayan Postacılar Sokağı’nın önce on bir
basamağını, sonra da dik rampasını tırmanacak.
İlk basamağa adımını atarken, Kavas Flippo’ya yakalandı. Parmaklıkların öte yanında,
merhaba niyetine gülüyor. Pırıltılı kel başı, hatırı sayılır göbeği, kırmızı şarabın daimi
pembeliğiyle şirinler şirini bir İtalyan.
“Alyoşa, Alyoşa, haydi artık kabul et de evlenelim, şurada az vaktimiz kaldı!”
Alyoşa, parmaklığın arasından uzanıp Flippo’nun yanağından bir makas aldı.
Sataşmasına yanıt vermedi. İkinci basamağa adımını atarken, “Boş ver evlenmeyi de, bir
saat sonra yukarı gelirsen, kedileri besledikten sonra Nurhan Bey’de kahve içeceğiz.”
“Gelirim Alyoşa, grappa da getiririm. “ Mırıldandı Alyoşa: “alkolik Sicilyalı…”
Nihayet üçüncü basamağa geçebildi. Sakin, sakin Saint Antuan Kilisesi’nin kilitli demir
kapısına ulaştı. Şimdi leğeni kucağında, eşiğe oturacak cebinden sigarasını çıkarıp
yakacak.
İlk dumanı salarken onlar, Hollanda Konsolosluğu vize kapısının oradan, köşeyi çılgınlar
gibi dönüp Alyoşa’nın etrafında yarım daire dizilecekler. Güzelim gözlerini kocaman
açıp yaşlı kadına bakmaya başlayacaklar.
Kadın, kucağındaki leğeni yere koyup “yeyiniz yavrularım yeyiniz” demeden hiçbiri
hareket etmeyecek.
Alyoşa’ya bütün mahalle Matmazel diye hitap eder. Hiç evlenmemiştir. Hüzünlendiği
zamanlar, sadece güvendiği dostlarına, “aşk mı, uzak durmalısınız” der.
Nedenini elli yıldır sadece kendinde saklamıştır. “Kedilerle çok mutluyum, onların
sevgisi sahici.”
O gün, bugün gerçekten çok mutlu. Kediler, kitaplar, tiyatro, dostları. Yetiyor ona.
Seksen yaşını geçmiş olmasına rağmen, azıcık dikkatli bir göz, onun çok güzel bir kadın
olduğunu hemen anlar.
Badem gözleri yeşildir. Boyu ve boynu uzundur. Ucu kalkık burnu küçücüktür. Yaşına
rağmen teni hâlâ çok güzeldir. İnce uzun parmakları vardır. Şimdiki haliyle bile, bir
erkeğin gözlerinin içine yüzünden eksilmeyen o cesur gülümsemesiyle, azıcık yukarıdan
baktığında, kafası epey karışır baktığının…
Beyaz Rus’tur Alyoşa. Rusça, Fransızca, İtalyanca ve Türkçe bilir. Sovyet devrimi
olduğunda, dehşet yolculuklarla Anadolu’ya göçen, yüz elli bin kişinin arasındaki küçük
çocuklardan biriymiş. Karadeniz’de yaşadıkları korkunç yolculuğa rağmen, Alyoşa, üç
yaşında, kucağında yavru bir kediyle inmiş Tophane rıhtımına.
Saint Benoit Koleji’ni bitirdikten hemen sonra ünlü bir terzi kadının yardımcısı olmuş,
iş buldukça da çeviriler yapmış.
Yeni Çarşı yokuşunun üzerinde, asırlık bir apartmanın beşinci katındaki kocaman
dairesinde, üç erkek (Mişika, Yako, Yuri), iki dişi (Olga ve Lena) kedileriyle yaşar.
Beş yaşlarındadır kedileri. Erkekler dairenin arka tarafındaki odalardan birinde yaşarlar.
Dişiler ön tarafta, balkonu da olan bir odada.
Erkekler azdıklarında, Alyoşa’nın bilerek açık bıraktığı pencereden, yan binanın çatısına
atlayıp çapkınlık adına her türlü fanteziyi uygulayıp yorgun argın odalarına dönerler.
Dişiler kısırlaştırılmışlardır. Ve iki gurup asla bir araya gelmemiştir.
Güzel kadının, onlarca da sokak kedisi vardır.
O, lacivert kenarlı, beyaz emaye leğendeki ciğerler, sokak kedileri içindir. Her gün
öğleye doğru doyurulur kediler.
Hepsine isim vermiştir.
Nurhan Bey’i bekliyor.
Postacılar Sokağı’nın en güzel mekânını yaratan insandır Nurhan Bey.
Alyoşa’yla hemen hemen aynı yaştalar. Kırk yıldır tanışıyorlar.
Nurhan Bey, sokaktaki Sanat Galerisinin yaratıcısı. Metal, taş, ahşap, cam objeler, göz
nuru tasarım takılar, küçük kilimler, tablolar, çarıklar, tanımlanamayan cisimler ve
mutlaka Nurhan Bey. İstiklal Caddesi’nden Postacılar’a sapan herhangi biri, on metre
sonra sağdaki galeriye gözü takılırsa, durur geri döner girer. Isınıverir.
Mimar ama ressam, mimar ama takı tasarımı yapar, gençlere karşılıksız sanat dersleri
verir.
Bir şey satın almak şart değildir, tanışıyor olmanız da. Girer, ayaküstü kısa bir sohbet,
bir çay.
İçiniz ısınmış çıkarsınız galeriden. Belki bir şey satın almış ya da almamışsınızdır.
İçinizdeki sıcaklık çaydan değil, paylaşılan birkaç hoş sözdendir.
Nurhan gelmeden, kediler yemeğe başlamaz.
Alyoşa, eşikte Nurhan’a yer açtı. Birer sigara yaktılar. Leğeni kucağından yere indirdi.
“Haydi yeyiniz yavrularım, yeyiniz.”
Onlarca kedi, kafalarını kaldırıp Alyoşa’ya bir süre baktılar. Sonra kafalarını leğene
daldırıp soluksuz yemeye başladılar. Doyan, kafasıyla kadının bedenine başını sürüp
teşekkür eder. Sonra yanında ya da arkasında bir yere kıvrılıp yalanır.
“Şu kafası, sırtı, patileri sarı olana var ya… Adı Yosma. Gri kürklünün adı da Azgın.
İkisi asla geçinemez. Azgın, gerçek bir azgındır.
Gruptaki dişilerin, Yosma hariç hepsiyle çiftleşti bu haydut.
Her aşk girişiminde Yosma’dan fena halde dayak yiyor.”
Beyazın adı, sağır olduğu için Sağır. Galiba doğuştan. Bu sıralar Azgın’dan hamile. On
beş gündür, geceleri el feneriyle dolaşıp bunları izlemeye çalışıyorum. Şubat yeni bitti,
benimkiler dişi erkek, hep birlikte faaliyetteler. Mart kedisi diye laf çıkmış ya, bunlar
takvimden anlamıyor!
Sokaklar, çatılar, sefaretin bahçesi. Geceler tam şenlik.
Nurhan’ın kucağına ufak tefek bir tekir atladı ve yerleşti. Kaşla göz arasında küçücük
dişlerini adamın eline geçiriverdi. Sonrada suratına bakmaya başladı.
“Bak, bu tekirin adı Suzi. Suzi’nin hayatı Türk sineması! İki ay kadar önce, bir restoranda
yemek yerken bu benim kucağıma atlayıverdi. Dokunmadım. Gece boyunca kucağımdan
inmedi. Eve birlikte döndük. Sabah hayvanı çok zayıf buldum. Kontrol ettim. Hamile
gibiydi. Bu kadar genç kedi hamile olmaz. Veterinere gittik. Doğruydu. En çok da altı
aylıktı. Doğuramaz ölürmüş. Kürtaj yapıldı. Bütün gün, başucunda bekleyip ayılana
kadar ağladım. Gördüğün gibi, en yaramazımız o, en sevdiklerimden biri de o.”
Alyoşa seslenince kedilerden biri kucağına atlayıverdi. “İşte Ağlamış Surat. Duyduğun
gibi, sürekli böyle ağlar. Hep bir şey ister hali vardır. Hep mutsuzdur. Kısırlaştırdım
bunu, zaten dönüp de bir kere dişi bir kediye baksa Yüce Meryem’e iki düzine mum
yakacağım.”
Bıraktı Ağlamış Suratı yere, söylene söylene gitti o da.
Ellerini çırptı, bembeyaz, bol kürklü bir kedi atladı kucağına.
“Tanıştırayım Nurhan… Rita! Rita mahallenin en gururlu, en asil kızı. Van kedisi.
Gözlerine bak, biri sarı, biri mavi.” Adam hayranlıkla izliyor Rita’yı.
“Bu var ya Nurhan, bu en koyusundan, en tutucusundan daha tutucu bir rahibe. Aslında
bunun adını Bakire Meryem koymalıydım. Rita hayatını çiftleşmeden tamamlayacak. İki
kere, damızlık Van erkeği buldum, bebeği olsun diye. İlkinde, benim evde, erkeği görür
görmez koltuğun birinin altına girdi. Bir hafta çıkaramadık. Erkeği tırmaladı, tısladı
yanına yaklaştırmadı. Bir hafta, yemeden, içmeden, sıçmadan yattı o koltuğun altında!
İkinci denemede, bizim boş bir odaya bıraktım erkekle bunu, bütün gece, Rita’nın
ağlamalarını dinledim. Sabah gördüğüm manzara şuydu. Rita, bedenini kaskatı kasmış,
yere yapışık duruyor. Erkek kedi, bizimkinin sırtında, Rita’nın ensesine dişlerini
geçirmiş. Odanın içi hallaç dükkânı gibi, tüy içinde.
Sonuç sıfır. Hayvan istemiyor, ne yapalım. Vaz geçtim artık denemeyeceğim. Rita’nın
bebekleri olmasını çok isterdim. Fakat bunun yakaladığı fareyi hiç biri yakalayamıyor.
Yakalar, boğar, götürür bir yere gömer ya da saklar. Asla yemez.”
“Yahu Alyoşa, sen bunca kediyi nasıl böyle takip ediyorsun?”
“Hep etrafımdalar, bir sesime gelirler. Sevmek lazım. O zaman çok kolay oluyor.
İnsanları pek sevmiyorum aslında Nurhan. Bu yaşıma geldim, birileriyle yakın ilişkiye
girildiğinde, kadın erkek fark etmez, ilişkiler yoğunlaştıkça, tahsilatlar, egemenlik
talepleri başlıyor. Niye gelmedin, geçen gün az güldün, kimdi o baktığın, dargın mısın?
Karşımızdakini hep ama hep serbest bırakmalıyız diye düşünüyorum. Sevgili, arkadaş,
metres, abla abi, ne olursak olalım, birbirimizin özgürlük alanlarını savunmalıyız. ”
Derin bir iç çekti Alyoşa. Susar gibi oldu. Sonra devam etti:
“Kediler… Hiç kin duymayan, hesap sormayan, yanlışlıkla canını yaksan darılmayan,
hatta o canının yakılmasını gerçekten unutan, vefalı yaratıklar. Sevgiyi hesapsız verirler.
İşte bu yüzden kedilerle aram hep iyi oldu benim. Ne kadar zaman geçti, unuttum artık.
Ufacık bir çocuktum. Kucağımda minnacık bir kediyle, korkunç kalabalık bir gemide,
fırtınalı bir denizde günlerce kalmıştık. O kedi bir saniye kucağımdan ayrılmamıştı.
Durup, durup, minicik diliyle ellerimi, gözyaşlarımı yaladı. On iki yıl birlikte yaşadık
onunla. Ailemle bile onunla olduğu kadar içli dışlı olmamıştım.
Anladın sen beni Nurhan.
Sordun ya, bunca kediyi nasıl takip ediyorsun diye. Takip etmek gibi gayretim asla
olmuyor ki. Biz hep birlikteyiz zaten. Özgürlüklerimize saygı duyuyoruz.
Sevgi bunun sebebi. Saf, duru, sahici sevgi.
Hadi gel, senin dükkânda birer acı kahve içelim. Ben ısmarlıyorum. Belki Filippo da
gelir. Grappa getirecekti. ”
İki dost, Alyoşa’nın elinde boş, lacivert kenarlı, beyaz emaye leğen, Eller Sanat
Galerisi’ne kol kola yürüdüler.
Flippo elinde küçük bir grappa şişesi, çıplak kafası terlemiş, Nurhan Bey’in galerisine
doğru rampayı çıkıyordu.
Güzel bir mart gününün öğle sonrasıydı.