“Şimdi bu sayfaları yazarken hayatımı düşünüyorum ve onun bir ölüm
hikâyesinden başka bir şey olmadığını anlıyorum.”
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 1943’te yazdığı “Evin Sahibi” isimli öyküsünün bana
göre özetidir yukarıdaki alıntı. Aynı zamanda yazarının hayatından ve duygu
dünyasından izler de taşımaktadır.
“Evin Sahibi”, A. H. Tanpınar’ın Abdullah Efendi’nin Rüyaları kitabında
neredeyse kısa bir romana dönüşen uzun hikâyedir. Zengin karakterleri, Doğu’nun
mistik havasını taşıyan atmosferi, acılarla örülmüş zamanı işleyişi, hemen hemen
tüm kâdim masallarda yer alan imgesel bir varlık olan yılanla büyülü bir havaya
kavuşmuş, sürükleyici bir anlatıdır.
Yılan, Mezopotamya, Anadolu ve Mısır kültüründe tanrı, tanrıça ve hükümdarla
ilişkilendirilmiştir. Antik Yunan’da sağlık, Orta ve Güney Amerika’da dünyanın
yaradılışı, Asya toplumlarında astrolojiyle bağlantılandırılmıştır. Çingene,
İskandinav, Kelt kültürlerinde ise kurnaz bir yaratık olarak simgeleşmiştir. Anadolu
hikâyelerinde bir yandan bereketin diğer yandan ölümün ve kötülüğün simgesi
olarak kullanılmıştır. Kabuk değiştirerek gençleşen ve yenilenen yılan bu
özelliğiyle ölümsüzlüğü simgeler. Aynı zamanda toprak altında yaşaması,
soğukkanlı bir canlı olması nedeniyle de ölümü hatırlatır. Bu nedenle tıp ve
eczacılık alanlarının simgesi de yılandır. Bu hikâyede de yılan sık sık kabuk
değiştirir ve hikâye kahramanlarının hayatı içinde sürünerek sürekli ölümü
hatırlatır.
Üç büyük dinden ilki Yahudilikte insanın cennettin kovulmasının anlatıldığı
Yaratılış bölümünde yılan insanın cennetten kovulma nedenidir. Yasaklı mevyeden
yiyen kadına RAB “Nedir bu yaptığın” diye sorar. Kadın da “Yılan beni aldattı, o
yüzden yedim” der. Bunun üzerine RAB, Tanrı, yılana “Bu yaptığından ötürü
bütün evcil ve yabanıl hayvanların en lanetlisi sen olacaksın” der.
Evin Sahibi’nde izleri takip ederek okursanız yazarın hayatına dair birçok ipucu da
bulmanız mümkündür. Tahir Alangu www.tanpinarmerkezi.com adresinde
yayınlanan yazısında, yazarın çocukluğunun geçtiği Kerkük’te bakıcısı olan
Gülbuğ Hatun’dan dinlediği yılanlı masalla (bkz. Kerkük Hatıraları) yazarın kendi
çocukluk hikâyesinin bu eserde birleştiğinden bahseder. Ancak Tanpınar bu eseri
ortaya koyarken o zamanlar birçok yazarda gözlendiği “folklora düşme” endişesi
taşır : “her eserimde istediğim şeyi, o sembol kıymetini kaybederim” der. Hayat ve
ölüm, ruh ve madde ilişkisi üzerine sürekli düşünen bir yazar olmasının verdiği
ihtiyaç ve kararlılıkla yazan Tanpınar elindeki malzemeden, ki bu hikâyede simge
bir ev yılanıdır, yola çıkarak ve bu malzemeyi hayata dair birçok yan argümanla
destekleyerek çalışmıştır.
Hikâye, bir hastane odasında başlar. Anlatıcımız aynı zamanda hikâyenin
başkahramanıdır: “Hastalığımla ben, birbirimize o kadar sadığız ki en ufak bir
düşüncem bile ona yabancı kalamıyor” diyerek bize hikâyesini anlatır. Kederli
olacağı belli bu hikâye hasta odasında aynı yatağı paylaşan iki varlığın; hasta ve
hastalığın, ki biri diğeri yok etmeye yeminlidir, o noktaya nasıl geldiğini özetler.
Adamın bahsettiği öyle bir hastalıktır ki, herkes hatta bir rahatsızlığı nedeniyle yolu
aynı hastaneden geçen çalıştığı dairenin müdürü, onunla ilgilenen doktorlar
tedavisine imkânsız gözüyle bakarlar. Bu karanlık ve acıklı duyguyu güçlendiren
bir olay daha hikâyenin ilk başlarında yaşanır: Anlatıcımızın yattığı koğuşta ağır
acılar çektiği çığlıklarından anlaşılan bir hasta çok geçmeden ölür. Bu kişinin
çektiği acıların tasviri şöyle yapılır: “ Herkes gibi ben de epeyce şey gördüm. Belki
bunlardan birçoğunu unutabilirim. Fakat kendi ıstırabını bir nabız gibi muntazam
sayan bu sapsarı ve zayıf elin faciasını hiçbir zaman unutamam.”
Doktorları yaşanan korkunç şeyleri ve ölümü fazla düşünmemesini söylerler ancak
o ölümlerin en korkuncunun, yıllarca etrafını çok sıkı bir koza gibi örmüş bir ölüm
hikâyesinin içine doğmuştur, yapabileceği fazla bir şey yoktur. “Artık şimdiden
kendi ölümümün şeklini de tahmin edebiliyorum. Çünkü ben, doktorlar ne derse
desinler, onların anladığı şekilde ölmeyeceğim. Ben Raif Paşa ailesinin ölümüyle
öleceğim” der. Hikâyenin bu kısmında bizi zengin bir konakta yaşanan lanetle baş
başa bırakır. Bu öyle bir lanettir ki, baş kahramanı dilediğinde insan kılığına
bürünüp kişinin rüyasına girebilen bir karayılandır. Musul’daki konağın güzel
kızına âşıktır. Onu etkisi altına almıştır ve kendisinden başkasıyla olmasına izin
vermez. Nitekim yılanın gücüne inanmayıp onu ortadan kaldırmaya çalışan
anlatıcımızın dedesi Raif Paşa bu yaptığının cezasını damadını, kızını ve karısını
art arda kaybederek ödeyecektir. Elinde sadece küçük torunu kalır. Küçük çocuk
annesini hiç hatırlamaz: “Annemi hiç görmemiştim. Fakat dadımın ve bütün ev
halkının anlattıkları şeylerle ona kendim için hususi bir çehre vermiştim.” Sadece
bakıcısının ona anlattığı bu korkunç hikâyelerle tüm olanları çocuk zihninde
canlandırmaya çalışır. Aynı zamanda dedesinin geceleri hiç uyumadığını, hastalıklı
ayaklarının sürüyerek annesinin odasına gittiğini ve ağladığını bilmektedir: “Bugün
aradan uzun yıllar geçtiği hâlde bu ayak seslerini, zaman zaman peşinde
sürüklediği vehimler, ürpermeler ve keskin acılarla yine içimde buluyorum.”
Anlatıcının yine evin çalışanlarından dinlediği, annesinin ölümünün anlatıldığı
sahne tüyler ürperticidir: “Annem aynanın karşısında, yerde upuzun yatıyormuş;
boynunda büyük ve siyah bir yılan, bir gemi direğine sarılmış halatlar gibi sımsıkı
ve ağır halkalarla sarılmış, başı dimdik, iki ateş damlasına benzeyen gözleriyle
gelenlere bakıyormuş. İşin garip tarafı, sahnenin korkunçluğuna rağmen ölünün
yüzünde hiçbir dehşet alâmeti yokmuş. Hatta dudaklarında küçük bir kıvrım âdeta
mesut bir tebessümle gülüyor hissini bile veriyormuş.”
İlerleyen günlerde çevreden gelen ısrarlarla dede nihayet İstanbul’a taşınmaya
karar verir. Ölmüş olsalar da tüm sevilenleri geride bırakmak hikâyede acıklı bir
şekilde işlenir. Ancak küçük çocuğun geleceği söz konusudur, İstanbul’a onun için
taşınılacak ve Galatasaray’a kaydedilecektir. Tüm hazırlıklar tamamlandığında
anlatıcımızı bir başka acı olay daha bekler, dedesini de kaybetmiştir, hem de yola
çıkmadan hemen önce. İstanbul’a tek başına gider ve orada ona annesinin teyzesi
bakacaktır. Hikâye işte tam burada büyük bir ustalıkla ortaya konulmuş olan
teyzenin kocasına ettiği şu sözlerle yön değiştirir: “Eniştemi bilmez misin, ayol.
Daha Musul’a gönderilmeden yarı deliydi, gitmiş, o yılanlı evde oturmuş. Ahmet
Ağa’nın söylediğine göre kıyıda bucakta hep yılan varmış… Az kalsın zavallıyı da
kendisine benzetecekmiş. Baksana, ne kadar cılız… Hiç yaşının adamı görünüyor
mu?”
Bu sözleri duyan çocuk geçmişinde duyduğu ve yaşadığı tüm acıların bir delinin
zihninin ürünleri olduğunu düşününce yıkılır. Böylece hastalıklı da olsa geçmişiyle
kurduğu bağ da çökmüştür. Hatta bu sözler üzerine yeni evine uyum sağlamakta
zorlanır. “O fısıltılar, o dualar, o korkular, dadımın uykusunda sayıklamaları,
dedemin gece gezintileri, bütün bu karanlık şeylerin içinde ben kendimi bulmuştum.
Şimdi bu geceyi, hiçbir şeyi izah etmeyen zalim bir aydınlıkla dağıtıyorlardı”
Hikâyelerde yaşanan acının bir de tarihsel gerçekçiliğe dayanan süreci vardır.
Birinci Dünya Savaşı yaşanmaktadır. Misafir olduğu evin iki ferdi, kuzeni ve
eniştesi bu süreçte yitirilir. Anlatıcının yılanla sembolize olmuş ölümü bu tarihsel
ve toplumsal yok olma sürecini anlatırken kişileştirmesi, olayın sorumlusu
göstermesi çok etkileyicidir: “Balkan fecaatleri, Umumi Harp’in sefaleti, yedi
cephede girişilmiş savaş, hep onun, bu zalim ve kanlı meleğin üst üste takınmış
olduğu çehrelerdi. Perşembe akşamları Galatasaray’dan çıkıp teyzemin evine
geldiğim zaman onun, gittikçe harap ve sefil bir çehre alan bu mahallede, geçtiğim
yollarda olduğu gibi, her kapının eşiğinde, her pencerenin önünde nasıl beklediğini;
küçük mescitli, cılız asmalı, yıkık çeşmeli, geceleri yalnızlığını bir havagazı
lambasının ancak ürpertebildiği sokaklarda nasıl dolaştığını; Faust’un gözlerini kör
eden tasa gibi en ince delikten nasıl içerilere doğru süzüldüğünü görüyordum.”
Savaştan nasibini anlatıcımız da alır. Sakat bir bacak, delik deşik bir ayak ve
istirahatla şöyle böyle düzelebilmiş bir vücutla çıkar yeniden hayata. Yılanın sürekli
derisini değiştirip etrafında dolaştığının farkındadır genç adam ama tam da bu sırada
yolu aşkla kesişir. Musiki merakı bir aile dostu olan Yümni Bey’in evinde Zeynep’le
tanışır. İlk görüşte âşık olmuştur. Artık hayata daha umutlu bakmaktadır. Hikâyenin
burasında Yümni Bey karakteri de çok özel bir yer bulur. Kadirşinas, musîki tutkunu,
geçmişte varlıklı bir ailenin oğlu olan bu ileri yaşlardaki beyin iki hayatı vardır:
birinde musîki, öbüründe ise alacaklıları. Zeynep’le işte bu adamın evinde verilen
bir yemekli sohbetler sırasında karşılaşır, Zeynep’in güzel sesinden müziğe olan
yeteneğinden etkilenir ancak bir türlü açılamaz. Nihayet açılma cesareti bulduğunda
– hikâye burada hızla akar – evlenmeye karar verirler ve kısa zaman sonra karı
kocadırlar. “Bir kadın aşkının nasıl bir mucize olduğunu, bir erkeğin hayatında
neleri değiştirdiğini, bu evlenme teklifini Zeynep’in kabulü bana öğretti.” Artık
anlatıcımızın hayatının aşkla da taçlandırıldığını ve mutluluğa doğru ilerlediğini
düşündüğümüz bir anda yine anlatıcımızın sözleriyle bunun mümkün olmadığını
öğreniyoruz. “Yazık ki Tanrılar bile kaderin karşısında acizdirler.” Anlatıcının
çocukluğundan dedesinin ölümüne kadar her gece başını yastığa koyar koymaz
gördüğü rüyalar geri gelir ve evliliklerinin üzerinde kara bir gölge gibi dolaşmaya
başlar. Hatta bir gece kâbustan uyandığında yanı başında yatan Zeynep’in
boyununda yılanı görür onu kurtarmak için üstüne atlar yılanın halkaları sandığı
saçlarını çeker, boynunun etrafında sıkmaya başlar, Zeynep’in çığlıklarını duyanlar
koşar da genç kadını zorla kurtarırlar. Bundan sonrasında hikâye tekrar hastane
odasına döner. Artık yolun sonudur ve anlatıcımız yılanın gelip onu almasını
beklemektedir.

Ahmet Hamdi Tanpınar: Hikâyeler, Dergâh Yayınları, İstanbul, Temmuz 2013, 10.Baskı, 352
sayfa, [“Evin Sahibi”,102 – 150 ss].