- Nana, hadi anlatsana…
- Neyi anlatayım?
- Ormanı anlat…
- Hayır, parkı anlat…
- Güneşi anlat Nana!
- Nana, n’olur gökyüzündeki bulutları anlat…
- Asıl, hani o uçurtma uçurduğunuz gün vardı ya, onu anlat, n’olur…
- Çocukklar, çocuklarrrr… Tamam kavgaya başlamayın yine. İyi de güzelim, kaç kez anlattım sıkılmadınız mı hâlâ?
- Hayır Nana, anlat lütfen!
- Peki… Bakalım ne kadar zamanımız var. Anne babalarınız çekirdekten dönene kadar anlatacağım… Sonra herkes evine, anlaştık mı?
Bir parlayıp bir sönen florasan ışığının altında, hangara benzeyen geniş, gri bir boşlukta, rutubet kokusunun içinde yaşlı kadının çevresine toplanmış her yaştan çocuk yerre uzanmış, heyecanla anlatılacak hikâyeyi bekliyordu. Kâdim zamanların büyücüleri gibi söze başlamadan kalabalığı etkisi altına almıştıyaşlı kadın. Herkesin susmasını bekledi önce. Dalga dalga azaldı sesler… Şimdi uzaklarda bir yerde damlayan su sesi duyuluyordu sadece. Onun dışında çıt çıkmıyordu. Çocuklar bile nefes almıyordu sanki. Kadın beklediği sessizlik oluşunca sözlerine başladı:
Bahar gelmişti. Çok zor geçen her kışın baharı daha güzel olurdu. Babam bize söz verdiği uçurtmaları yaptı. O sabah kahvaltıdan sonra hep birlikte şehrin orta yerindeki büyük parka gittik. Orası küçük bir orman gibiydi. İsmini bilmediğim yüzlerce ağaç, binlerce çiçek, ağaçlara tırmanan sincaplar, koşturan köpekler ve kedilerle doluydu. Gökyüzü pırıl pırıldı. Sanki bir peri sarı pullarla bezeli tül eteğini giymiş, ökyüzünde dans ediyordu. Kafamı kaldırdığımda ışıklar uçuşuyordu. Parktaki bütün ağaçlar yeşermişti. Dallarının arasında yüzlerce kuş saklanıyor, sonra hep birlikte oradan oraya havalayanıyorlardı. Bir ağaçtan diğerine öyle bir uçuşları vardı ki, ortak bir gösteride rol almışlar sanırdınız. Hep bir ağızdan şakır, bağırışır, sanki seslerini yarıştırırlardı. Onlar gibi kanatlarım olmasını istediğimi hatırlıyorum. Çünkü bahar, kokusuyla, esintilerinin yumuşaklığıyla insanın içinde bir şeyleri pır pır kıpırdatan, ayaklarını yerden kesen bir mevsimdi.
Babam bana mavi, kardeşime turuncu uçurtma yapmıştı. Üzerine gülümseyen yüz ve her iki yanından sarkan kırpık kâğıtlar eklemişti. Havalandıkları zaman gökyüzünde yüzüyor gibiydiler. Daha yükseğe, daha yükseğe diye bağırıyorduk. Sonra hiç beklenmeyen bir şey olmuş, aniden yağmur yağmaya bastırmıştı. O kadar güçlü yağıyordu ki, sanki duşa girmiştik. Koştuk, bir ağacın altına sığındık. Ama kahkalarımızı zapt edemiyorduk. Gülmekten ölecektik. Daha yağmur durmadan güneş yüzünü gösterdi. İşte o zaman gökyüzünde rengarenk bir halka oluştu. Sanki biraz yürüsek gidip üstüne çıkacaktık. O kadar yakınımızdaydı. Tepeden tırnağa ıslandığım son yağmurdu. Ve yeryüzünde geçirdiğim en güzel gün.
- Sen yeryüzüne tekrar çıkacak mısın?
- Artık orada yaşam yok ki yavrucum.
- Ben çok görmek istiyorum.
- Hem nereden biliyorsun olmadığını?
- Ben de görmek istiyorum.
- Ben de size göstermek isterdim ama insanlar yeryüzünü yok etti. Artık orada yaşam diye bir şey kalmadı.
- Ben büyüyünce yeryüzüne çıkıcam.
- Boş hayaller kurma küçüğüm, üzülürsün. Artık yeryüzü diye bir yer yok, sadece yeraltı var. Ve böyle şeyler konuşmak yasak biliyorsun. Haydi bakalım. Anne babalarınızla beni kavga ettireceksiniz yine. Çekirdekten dönen tren neredeyse gelir. Aileleriniz sizi merak etmesin.
Çocuklar isteksiz isteksiz dağılırken karanlık koridorun öte tarafında yer alan geniş metro istasyonuna bir tren yanaştı. Üstlerinde ısı yalıtımlı parlak giysiler olan yüzlerce insan indi. Koridor insan sesleriyle doldu. Yüzleri sıcaktan kızarmış yüzlerce kadın ve erkek inlemeye benzer sesler çıkartarak yürüyordu. Bir yarış başlamış gibiydi. Kimse birbirinin yüzüne bakmadan hızlı adımlarla aynı yöne doğru koşturuyordu. Uzunca bir süre trenlerin ardı arkası kesilmedi. Trenler binlerce insanı karanlık koridorlara boşalttı. Saatler sonra herkes kendi kanalına yerleşmişti. Bu yeraltı şehrinde herkesin bir kanalı vardı. Küçük fare yuvasına benzer yerlerdi. Bir insan boyu yüksekliğinde içinde tuvaleti ve ranzası olan uyku odaları da denilebilecek yerlerdi. İnsanlar artık kapsülle beslendiği için mutfak denilen alana da ihtiyaç yoktu. Şehir üst üste dizilmiş bu kanallardan oluşuyordu.
Yeni düzende herkesin kafasına göre çocuk sahibi olma hakkı yoktu. Hatta herkesin çocuk sahibi olması bile mümkün değildi. Çocuk yapacak çiftler her yıl düzenlenen kuraya katılıyor, şanslı olanlar çiftleşme döneminde bebek yapıyordu. Popülasyon oranına göre yüzde elli kadın, yüzde elli erkek nüfus korunmalıydı. Hamileliğin başında gebelik tespitinde beklenen cinsiyetin dışında bir cenin gelişimi görülürse, erkenden sonlandırılıyordu. Doğal seleksiyonun önüne geçmek, bu şehir devlet yönetimlerinin en önemli amaçlarından biriydi. Artık sadece yer altında yaşayabilen insan için kontrolsüz çoğalma, yokluk ve ölüm demekti.
Dinlenme vakti gelip de kanallardaki sesler kesilince yaşlı kadın tekrar göründü. Yüzünün ifadesinde bir çeşit bilgelik seziliyordu. Gözlerinden biri beyaz bir gölgeyle tamamen kapanmıştı. Diğeriyle gördüğü belliydi. Yolunu netlemek için elinde uzun bir sopa taşıyordu. Bir kör gibi yürüyeceği yolu onunla belirliyor, zaman zaman destek alıyordu. Bembeyaz saçlarını uzun bir örgü yapmış, adım attıkça sırtında salınıyordu. Sıska yüzü buruşukluklarla içi boşalmış bir elmaya benziyordu. Ama teni pembe beyazdı. Yumuşak ve temiz duygusu veriyordu bakana. Epeyce yürüdükten sonra durdu. Takip eden kimse var mı diye sağa-sola bakındı. Bir kapağı açıp, basamaklardan ağır ağır inmeye başladı. Büyük bir duvarın önünde durdu. Yerden bir şeyler aldı ve duvarı boyamaya başladı. Yorgunluktan bitkin düşünce boyamayı bıraktı. Ortamı biraz daha aydınlatmak için elbisesinin cebinden florasan bir lamba çıkarttı. Birkaç kez salladı ve duvara tuttu. Boyadığı duvara uzun uzun baktı. İşte nihayet bitmişti. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Duvarda bir resim vardı artık. Resimde birkaç saat önce çocuklara anlattığı park, uçurtma, kuşlar ve ağaçlar o günkü gibi karşısındaydı. Ölümünden sonra doğacak her çocuk, o parkı bilmeliydi.