Bir yıl önce o tatil beldesinde gördüklerimi asla unutmayacağım. Bunlardan bahsetmeden önce, eskiden doğaüstü olaylara inanmadığımı belirtmek isterim. Az sonra anlatacaklarımın bu konudaki fikrimin tamamen değişmesine sebep olduğunu da…

Yoğun ve stresli bir senenin ardından kız arkadaşım Aylin’le birlikte tatil yapmaya karar vermiş ve alternatifleri araştırmaya başlamıştık. Bir arkadaşımızın da tavsiyesiyle Assos’un Sokakağzı beldesinde karar kıldık. İstanbul’dan altı saatlik yolculuğun sonunda ulaştığımızda gördük ki, kafa dinlemeye uygun bir tatil yöresi burası. Kaldığımız moteli de çok sevmiştik. Önünde plajı, bahçesinde ise Ege’nin huzur verici iklimini yansıtan iğde, incir ve şeftali ağaçları, akşamsefaları vardı.

Tatilin ilk günü her şey olağan seyrinde ilerledi. Odamıza yerleşip mayolarımızı giydik ve plaja inmeden evvel motelin bahçesindeki masalardan birinde öğlen yemeğimizi yedik. Sonra da ver elini deniz ve kumlar…

 

Akşam yemeğinden önce de çevreyi tanımak için küçük bir gezi yaptık. Motellerin sıralandığı yolun sonunda çam, zeytin ve iğde ağaçlarının arasından geçerek ulaşılan bir tepe vardı ve Midilli, Yunanca ismiyle Lesvos Adası buradan çok güzel görünüyordu. O akşam motel sahibiyle muhabbet ederken laf dönüp dolaşıp oraya geldi. Dediğine göre, Midilli çok güzel bir adaymış ve mutlaka ziyaret etmek gerekirmiş. Midilli’nin taş evlerinden, plajlarından, yemeklerinden bahsederken motel sahibinin gözleri bulutlandı. Lafın gidişinden anladım bunun nedenini. Sokakağzı ile Midilli arasındaki sular, Suriyeli mültecileri taşıyan botların geçiş yoluymuş ve bizim hayranlıkla izlediğimiz mavi sularda pek çok mülteci boğulmuş. Sonra müşterisini bu karanlık mevzularla bunaltmaktan çekinmiş olsa gerek ki, “Sahil güvenlik bu sene işi sıkı tutuyor. Artık eskisi kadar mülteci taşıyamıyorlar karşıya,” deyip konuyu kapattı.

Sahilde biramızı içtikten sonra odamıza çekildik. Yol yorgunu olduğumuzdan birbirimize dokunmadan, kapanma arzusuyla yanıp tutuşan göz kapaklarımıza itaat edip uykuya daldık. Sabaha kadar deliksiz uyuyacağımı düşünüyordum, ama gece yarısı orta yerinden bölündü uykum. Gözlerimi kapatıp kaldığım yerden devam etmek istedim, ama olmadı. Dakikalar boyunca sağa sola dönüp durdum. Bu arada içime tuhaf bir tedirginlik hissi çökmüştü. Tam yeniden kendimden geçmek üzereyken pencerenin önünden biri geçti. “Kim bu saatte etrafta gezinen,” diye düşünmeye kalmadan da keman sesi duydum.

Her ne kadar kendime itiraf etmeye çekinsem de korkmaya başlamıştım. Utanmasam Aylin’i uyandırıp ışığı açacaktım, ama erkekliğe leke sürdürmemek için kendimi tuttum. Bu arada müzik de devam ediyordu. O kadar yüreğe dokunan bir ezgiydi ki, korkum hüzne dönüşmeye başlamıştı. Sonunda parça bitti ama hemen yenisi başladı. Keman bu kez hareketli ve karanlık bir ezgi çalıyordu. Müziğin yükseldiği yerlerde kalp atışlarım hızlanıyordu. Camın önünden yine birinin geçmesi ve seslerin yükselmesi sabrımın son zerresini de silip süpürdü. Işığı açmak için yataktan fırladım. Birkaç adım atmıştım ki, yirmili yaşlarının başında görünen genç bir adamla yüz yüze geldim. Kemanı o çalıyordu. İnce ve zarif yüzü ay ışığında dalgalanıyordu. Oğlan burnumum dibindeydi, fakat ben hayal ya da rüya gördüğüme inanıyordum. Kendime, “Başka türlüsü nasıl mümkün olabilir ki?” diye soruyordum.

 

Aylin’in uyanıp uyanmadığına bakmak için başımı yataktan tarafa çevirdiğimde keman sesi kesildi. Tekrar genç adamın bulunduğu yere baktığımda boşlukla karşılaştım. Hemen ışığı açtım ve yatağa döndüm.

 

Yeniden uykuya dalmak için çok uğraştım, ama çabalarım başarıya ulaştığında güneş doğmak üzereydi. Kahvaltı vakti geldiğinde, zor da olsa yataktan kalkıp giyindim ve beraber bahçeye çıktık. Yemek masalarının olduğu bölümde kalabalık bir grup vardı ve herkes bağıra bağıra konuşuyordu. Motel sahibine neler olduğunu sorduğumda, “Sormayın efendim,” dedi. “Dün gece bu yakınlarda bir mülteci botu batmış. Ne yazık ki bazılarının cenazesi kıyıya vurmuş. Sabah seslere uyandık. Jandarmalar gelmiş, karışmış ortalık. Tam da dün akşam konuşmuştuk sizinle bunu.”

Olayları birbirine bağlamayı seven zihnim, hemen keman çalan delikanlıyla batan bot arasında bağlantı kurdu. “Yoksa gördüğüm kemancı çocuk batan mülteci botunda mıydı?” diye düşündüm. Fakat o zamanlar hayaletlere inanmadığım için bu düşünceyi elimin tersiyle ittim.

 

Olup bitenlerden dolayı çok sarsılan Aylin de beni bir kenara çekip, “Şansımıza bak. Hayatta yüzemem artık ben burada. Yol yakınken atlayıp başka bir yere gidelim,” deyince iyice gerildim.  Üstüne bir de telefon çalınca tam oldu. Gazeteden aradıklarını görünce mecburen cevap verdim. Haber Merkezi Müdürü hemen konuya girdi. Sokakağzı’nda mülteci botu battığını duymuştu ve bununla ilgili özel haber yapmamı, mümkünse insan hikâyesi çıkarmamı istiyordu. Tatilde olduğumu ima ettiğimde ise “Oğlum, haber ayağına gelmiş, ne tatili? Muhabir adamın tatili olmaz. Haberini yap, ondan sonra devam edersin tatiline,” diyerek konuyu kapattı. Tam da o sırada gece odama gelen kemancıyı gördüm. Göz göze geldiğimizde omzuyla boynunun arasına yerleştirdiği enstrümanını çalmaya başladı. Yine aynı hüzünlü ezgi doldu kulağıma. Dehşetle etraftakilere baktım, benden başka oğlanı gören, kemanın sesini duyan yoktu. Gerçeklik duygumu kaybetmek üzere olduğum o anda, yakınlardaki köyde yaşadığını tahmin ettiğim şalvarlı, başına yemeni bağlamış bir teyze koluma dokundu.

 

“Oğlum sen gastecisin deel mi? İki dakka geliveesene yanıma, bişey deyeceem sana.”

Aylin’e “Az sonra geliyorum, bekle sen,” deyip teyzenin peşi sıra gittim. Yürürken bile kemancı çocuğun olduğu taraftan gözümü ayıramıyordum. Bahçenin nispeten tenha bir köşesine geldiğimizde teyze beni durdurup, “Çalgıcı oğlanı ben de görüyom gasteci oğlum,” dedi. Sonra da avucunda sakladığı Arapça yazılı bir kimliği uzattı bana. “Bak bu onun nüfusuymuş. Gasteci olduğunu bildiğinden görünüverirmiş sana. Onun hayatını yazasın, anlatasın istermiş.”

 

Dehşete düşmüştüm. Durumumu anlayan teyze, “Oğlum bunda korkcek bişe yok. Herkes görmez, ama ben görürüm öte âlemi,” dedi. İşte o an doğru bildiklerim yerle yeksan oldu. Teyze, Suriyeli kemancı Amar’ın öyküsünü anlattı bana. Amar Halepliymiş. Çocukluğundan beri keman çalar, beste yaparmış. En büyük hayali müziğini dünyaya duyurmakmış. Bu yüzden Suriye’den kaçıp Türkiye’ye gelmiş. Niyeti önce Yunanistan’a, oradan da Almanya’daki akrabalarının yanına geçmekmiş. Bindiği bot Ege’nin sularına gömülünce hayatıyla birlikte hayallerini de yitirmiş. Yine de bir umudu varmış. Keman kutusuna sakladığı bestelerinin müzikten anlayan birilerinin eline geçmesini çok istiyormuş. “Böylece başka kemancılar bestelerimi çalabilir,” diyormuş.

 

Teyzenin söyleyecekleri bittiğinde, arkama baktım, Suriyeli delikanlı hâlâ oradaydı. Ona yardım edecektim. Bunu yapmazsam peşimi bırakmayacağından korktuğumdan değil, onun trajik ölümüne üzüldüğüm ve son arzusunu yerine getirmek istediğim için… Aylin’i motelde bırakıp gün boyunca Amar’ın öyküsünün peşinde koştum. Jandarmalarla konuştum, bestelerini buldum. Sonra da uzun uzun yazdım Amar’ın kısa hayatının hikâyesini. Gazete, yazımı tam sayfa yayımlamakla kalmadı, manşete de taşıdı. Bu sayede talihsiz müzisyenin son arzusu da yerine geldi. Besteleri pek çok ünlü kemancının repertuarına girdi.

 

Amar’ın, o yetenekli ve güzel çocuğun, sesini duyurmasına aracı olduğuma memnunum.  Görünenin ötesindeki âleme ucundan kıyısından da olsa göz atabildiğim için de…