İşin içine girince, “Sen neymişsin “KOKU” diyesi geliyor insanın. Hâlbuki ne kadar doğal bir şey bizim için! Eşittir nefes almak bile diyebiliriz… Her soluk alışımızda kokuları da soluyoruz.  Otomatik gelişiyor… Duyuların şahı veya atası… Zira her şeyin koku ile başladığı dahi söyleniyor günümüzde. Abartı gelmesin, son uzay araştırmaları canlılığın oluşumunun aminoasitlerle değil kokularla başlamış olabileceğini ve yeni doğan bir yıldızın ahududu koktuğunu söylüyorlar. Çok da mantıksız gelmiyor. Beynimiz ilk halinde sadece bir koku merkezi. 3,5 milyar yıl önce evrimleşme başlarken tek hücrelilikten çok hücreliliğe geçiş sürecinde şu anki beynimizin alt tarafında bulunan iki koku lobu ile minik antenciklerinden ibaret. Bugünkü beynimiz üzerine çıkılan katlar gibi… İlk beyin olması hasebiyle ayrıcalıklı… Diğer duyularımız gibi beynimizin duyu yönlendirme merkezi talamusa uğramadan direkt bilinç (az oranda) ve bilinçdışına (çok oranda) yani hafıza/bellek bölümüne giden istisna bir duyumuz. Hayati işlevleri var: Beslenme, güvenlik ve doğru genetik kombinasyonlarla üreme konularında çaktırmadan bir ajan gibi çalışıyor ve biz farkına varamadan durumu yönetiyor. Hoş kokulu yerde kalmak istememiz, pis kokulu yerden kaçmamız, bir görüşte vuruldum dememiz boşuna değil. Feromonlar sağolsun! Karşımızdakinden moda deyimleriyle iyi elektrik aldım veya kimyamız tutmadı dediğimizde bu yorumu hissetmeden hissettiğimiz kokular yapıyor aslında. Doğduğumuz anda annemizi nasıl tanıyoruz sanıyorsunuz. Kokusundan… Gözlerimiz henüz net görmüyor ve plasentamızın kokusu ile annemizin memesinin kokusu aynı. Hatırlayın o buluşma anını ve tabii ki yeni doğmuş bebek kokusunu… Nasıl güzel ve özel… Ve her birimizin parmak izinin öznel biyolojik kimliğimiz olması gibi kokumuz da biricik ve kimyasal bir kimlik kartımız da var.

Nerden mi aklıma geldi bu tema! Yeni teknolojik imkânlarla her şeyin kayıt altına alınmasının iyi yanları olsa da aslında korkunç bir şey olduğunu düşündüğümde, birden dedim ki: “Oh be, kokuyu kayıt altına alamıyorlar…” Ha-ha-ha! Cehalet mutluluk diyorlar ya, benim ki de öyle çıktı. Bir de bazı insanların kokulardan ne kadar çok etkilendikleri, vay işte şu kokuyu duydum da taa çocukluğuma gittim, yok bunu tekrar yaşadım gibi kokunun tetiklediği bir sürü anıları var. Koku bildiğiniz hafızalarının anahtarı… Ama ben de hiç öyle bir kayıt falan yok! İnsan kendini eksik hissediyor. Sonra düşününce dedim ki bu alerjik burunla ne kokusu ne kaydı ne hatırası… Hep tıkalı… Kokunun kaydı meselesine gelince: Vedat Ozan’ı tanımıyorsanız mutlaka tanıyın! Mükemmel bir “koku” uzmanı… Çok değerli kitapları var ki birinde bahsediyor: Soğuk savaş zamanı Doğu Berlin’de şüphelendikleri kişileri sorguya çekerken iskemleye avuç içleri döşemeye temas edecek şekilde ellerini kalçalarının altına sokturarak oturtuyor, sonra da döşemeyi keserek sızdırmaz cam kavanozlarda saklıyorlarmış. İhtiyaç halinde de köpeklere koklatarak kullanılıyormuş. Günümüzde pazarlama taktikleri haline gelmesine, iktidarların kendi çıkarlarına kullanmasına hele parfümlere hiç girmeyeceğim. Napolyon’un koku düşkünlüğü, sürdüğü kokudan yakalanan katil gibi acayip hikâyeler var.

Biz edebiyatseverleri ilgilendiren yanıysa elle tutup gözle görülmeyen bu soyut duyunun bir dilinin olmaması! Konuşurken, yazarken diğer duyulardan ödünç aldığımız  “tatlı”, “ekşi”, “ağır” gibi kelimelerle, olmadı “yağmur sonrası toprak”,  “yeni kesilmiş çimen” gibi benzetmelerle tarif ediyoruz kokuyu. Bu kadar özel ve öznel bir duyu edebiyatımızda da mutlaka derin izler bakmıştır diye bakınınca, kimler çıkmıyor ki: Nazım Hikmet, İlhan Berk, Edip Cansever ilk aklımda kalanlar. Dünya edebiyatındaysa Proust Etkisi diye bir şey var: Fransız roman yazarı Marcel Proust’tan geliyor. Bir gün madlen kekini yerken, kekini ıhlamuruna batırır ve oluşan koku onu çocukluğuna götürür. Bu sebeple koku hafızası Proust Etkisi olarak biliniyor.  Duyuların şahının şah yazarı ise Gabriel Garcia Marquez diyebiliriz. Gazeteciyken yazdığı “Koku Cehennemi” adlı köşe yazısında, “Koku duyusu bir işkence aletidir, burnumuzdan içeri giren tüm kokuları daima bize hatırlatacak olan bir cehennemdir. Duyma bize tanıdık sesleri hatırlatır, neredeyse görme ya da tat alma gibi bizi günlük karışıklıklarla cezalandırır. Fakat koku duyusu anıların kişiselleştirilmesinde vazgeçilmezdir,” diyor. Yerimiz müsait olmadığı için daha fazla alıntı yapamadığım bu çalışmayı –linkini buraya bırakıyorum- lütfen ve kesinlikle okuyun, büyük keyif alacaksınız. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/697752 Bittiğinde yazarı bir an için kokudan ibaret sayabilirsiniz, öylesine bir koku evreni yaratmış. Dr. Gülşah Pilpil Yöney, “Gabriel Garcia Marquez ve Kokuların İmgelemi” başlıklı bu çalışmasında yazarın eserlerinde koku duyusuyla canlandırdığı imgelem dünyasını irdelemek ve gerçek dünya ile bağını ortaya koymak amacında olduğunu yazmış.

Böylesine engin bir konuda öyküleriyle sayımıza katkıda bulunan değerli yazarlarımıza çok teşekkür ediyoruz. Birbirlerini tanımasalar da öyle geniş bir yelpazede öyküler yazmışlar ki, yoksulluktan şiddette, pandemiden savaşa, mistik âlemden bilimkurguya değişik konularda bir sarkaç gibi gidip geleceksiniz. Kitap tanıtımımızı okuduğunuz zaman, almaya koşacağınızdan eminiz, o da müthiş bir koku evreni… Söyleşimizse tadından yenmez koklamazsanız eğer. Gerçekten deneyin lütfen; tat alma duyumuz, direkt koku alma duyumuzla çalışıyormuş. Şayet burnunuzu kapatır da yerseniz yemeklerin tadı bir yavan ki… Öğretmenliği ve yazarlığı kuyumcu titizliğiyle sürdüren değerli yazar Başak Baysallı’nın “Fresko Apartmanı” kitabındaki kokuların peşinde çok güzel bir de söyleşimiz bekliyor sizleri.

Keyifli okumalar…