El fenerlerinin cılız ışığıyla loşluğa bürünmüş yeraltı sığınağında nemli toprağa serilmiş karton mukavvaların üzerinde birbirlerinin nefesine sokulmuşlardı. Çoğu yaşlı ve çocuklardan oluşan bu insanlar, kentleriyle aynı adı taşıyan Mariupol apartmanının savaş mağdurlarıydılar. Kente yönelik sivil saldırı ihbarı alan askerler apartmana çok da uzakta olmayan bu sığınağa yerleştirmişti onları apar topar. Güvenlik bakımından sessiz kalmaları tembihlenmişti. Herkes bu kurala uymaya çalışıyordu, Nataşa hariç. Yaşlı babaanne ikiz torunlarından kız olanın başını göğsüne bastırıp ağlamasın diye dil döküyordu. Nafile susturamadı torununu. Diğer çocuklar, kendilerini savaş gerçeğinin korkularından geçici de olsa uzaklaştıran uykularına teslim olmuşlardı çoktan. Bir tek Nataşa’ydı, “Annemin kazağı olmadan uyumam!” diye erkek kardeşini de uyutmayan. Anne babası doktordu ikizlerin. Savaş başladığından beri sadece telefonla görüşmüşlerdi çocuklarıyla. Anne giderken beyaz triko kazağını kızına vermiş, “Beni özlediğinde koklarsın,” demişti. “Yanındaymışım gibi hissedeceksin Nataşa.” Nataşa da iki aydan bugüne kazağı katlayıp yastığının altına koymuş her gece annesinin kokusuna sarılarak uyuyordu. “Annemin kokusu sinmiş o kazağa,” derdi soranlara, büyümüş de küçülmüş gibi. Kokuyu tanımlaması sorulunca da en çok sevdiği ve annesiyle birlikte yaptığı o sütlü tatlı geliverirdi aklına. Vanilyalı puding. Şimdi aynı kokuyu arıyordu kalabalığın nefesiyle ağırlaşmış bu huzursuz ortamda.
Sesi dışarıdan duyulmuş olmalı ki sığınağın açık kapısından bir asker girdi içeri. İri postallı ayaklarını yerde oturan insanların arasındaki boş kalmış yerlere basarak ilerledi, hâlâ ağlamakta olan kızın yanına geldi. Elindeki fenerin beyaz hareli ışığı Nataşa’nın ağlamaktan şişmiş tombul yuvarlak yüzünü, beyazı kızarmış masmavi gözlerini, örgüsü bozulmuş sarı saçlarını aydınlattı. Asker parmağının tekini dudağına yaklaştırıp sus işareti yaptı korkuyla yüzüne bakan gözlere. Ardından babaanne ve ikizlerin oturduğu hizaya eğilip “Düşmanlar yerimizi öğrenmemeli!” dedi fısıltıyla. “Bir tür saklambaç oyunu gibi düşünün işte çocuklar!”. Kardeşlerden Seryoja, aynı asker gibi sesini kısarak “Bu bir oyun mu?” diye sorunca, evet anlamında kafa salladı asker de. “Peki, düşman kim öyleyse?” “Ruslaaar!” yanıtıyla diyaloğu kesen asker geldiği gibi boş bulduğu yerlerden seke seke dışarı çıktı. Bu kısa konuşmanın ardından yaşlılar da birbirlerine yaslanarak uyumaya çalıştılar. Başka türlü bu uzun gecenin bitesi yoktu, biliyorlardı. İkizler başlarını babaannenin dizlerine koyup altı yıl önce anne karnındaki pozisyonda uzandılar. Yüzleri birbirlerine dönüktü. Uyuyamadılar. Nataşa, hıçkırıklarını içine zaptetmeyi başarmıştı ama annesinin kokusuna hasret minik okka burnunun ucunda beliren sızıyla gözlerinden akan yaşlara engel olamamıştı. Seryoja’nınsa kafası karışmıştı. Askerin söylediklerini düşünüyordu. Ruslar düşmanmış ha! Annesi Rustu, dayıları, anneannesi, dedesi, kuzenleri… Daha geçen yılki okul tatilinde Moskova’daki kuzenleriyle oynadığı su savaşı oyununu anımsadı. Dostça oynuyorlardı. Çocukların oyunu dostça olur hep zaten. Büyük su tabancalarıyla birbirlerine su sıkarak ne güzel eğlenmişlerdi. Sahi düşman ne demekti? Anne babasının uzun hastane nöbetleri başladığından az önce televizyondan da sık sık duyuyordu bu kelimeyi. Düşman… Babası, “Hoş bir şey değil!” deyip tam olarak açıklayamamıştı ne olduğunu. Seryoja da üsteleyince, “Büyüdüğünde öğrenmek zorunda kalacaksın zaten!” deyivermişti istemsizce. Büyümekle düşmanlık arasındaki bağlantı kurma düşüncesi kardeşinin derin iç çekişleriyle uçup gitti kafasından. “Nataşa!” diye fısıldadı Seryoja. “Ağlama n’olur, annemin kokusunu sana getireceğim söz.” Hıçkırıkların hecelere böldüğü bir fısıltı da Nataşa’dan geldi. “Na-na-nasıl?” “Kazak yastığının altındaydı değil mi?” “E-e-vet!” Karşı karşıya bakan mavi gözler kısa bir an için birbirine kilitlendi. “Burası evimize çok yakın, hemen dönerim,” deyip yavaşça kıpırdandı Seryoja. Kardeşinin niyetini anlayan Nataşa “Dı-dı-şarıda sa-savaş var. Ko-kork-mu-yor-musun?” “Ne savaşı? Duymadın mı asker amcayı, bu bir oyunmuş, oyun!”
İçi geçmiş olmalı ki ne çocukların fısıltısını, ne de Seryoja’nın çantasındaki cep telefonunu alışını, dizinden ayrılıp sığınağın açık kapısından süzülen ay ışığına doğru gidişini duydu babaanne. Dar silindirik koridordan sürünerek ilerlerken bir oyunun içindeymiş gibi hissediyordu. Kurmalı komando oyuncağı geçiverdi aklından. Onu taklit edercesine sürünüyordu işte. Koridorun bitiminde başını ileri uzatıp dışarıyı kolaçan etti. Her taraf karanlıktı. Evler, apartmanlar, parklar, sokaklar… İyi ki gökyüzünde kocaman bir dolunay vardı. Telefonun ışığını açmaya gerek kalmadı gayet iyi görüyordu. Sağolsundu Aydede! Askerlere yakalanmamak için yerde emeklemeyi bayağı sürdürdü. Ama giderek yoruluyordu tabii. Dizleri ve avuç içleri de acıyordu. Ayağa kalkmadan önce tekrar bakındı etrafa. Bir yerlerden konuşan askerlerin sesleri duyuluyordu ama görünürde kimseler yoktu. Belki de köşe başlarında duran tankların, zırhlı araçların içindelerdi askerler. Büyüklerle oyun oynamak epey bir zevkli geldi ona.
Kardeşinin kahramanı olacaktı oyunu başarıyla bitirince.
Sığınakla Mariupol apartmanının arasındaki parka vardığında iki büklüm olup ayağa kalktı. Ay ışığının vurduğu kaldırımda kendinden büyük gölgesiyle birlikte evlerine doğru ilerledi hızlı adımlarla. Başı öne eğik, kamburunu çıkartarak koşan gölge birkaç dakika içinde apartmanın önüne vardı nihayet. Çift kanatlı demir kapı sonuna kadar açıktı. Eşikte telefonun ışığını yakıp içeri girdi. İki yeşil ışık da onu dokuz katlı binanın üçüncü katına götürecek olan merdivenin başında belirdi. Seryoja karanlıkta ne olduğunu anlayamadan tekir miyavladı. Bu apartmanın şişko kedisi Garfield’di. Her gün kardeşiyle beslediği kediyi hiç böyle görmemişti. Hayvanın gözleri o kadar büyümüştü ki, iki parlak çanak gibi görünüyordu alnında. Seryoja’nın belli belirsiz duyduğu ve anlamlandıramadığı patlamaların kokusunu almıştı kedi. Kötü bir şeylerin yaşanacağını sezmiş gibi korkarak merdiven başına sinmişti. “Garfield!” diye kısık sesle kendini tanıttı. “Ben Seryoja, savaştan mı korktun yoksa ha? Söyle bakayım.” İçli miyavlamalarıyla ayaklarına koşan kedinin yumuşacık başını okşayarak “Korkma oğlum!” dedi sır verir gibi. “Oyun oynuyoruz, asker amca söyledi.” Kambur sırtını, kabarık tüylü böğürlerini pantolonun paçasına sürterek bacaklarının arasında oyalanan kediye, “Gitmem lazım, Nataşa’ya söz verdim, annemin kokusunu götüreceğim ona. Sabah olunca seni sevmek için yine gelirim dostum!” deyiverdi bir büyük edasıyla. Hızlı hızlı koşarak basamaklarla yukarı tırmandı ardından.
Kardeşine götürmeden önce yatağın kenarına oturup annesinin kazağını kokladı sık nefeslerle soluyarak. Bir anda ışıklar yandı, buram buram vanilya kokusu dağıldı evin tüm odalarına. Annesi mutfaktan seslendi: “Çocuklaaar, pudingler hazır.”
Kazağı kucağına alıp hızla apartmandan çıktı. Oyunu sonlandırmalıydı, kardeşi bekliyordu. İki büklüm eğilip yola koyuldu gölgesiyle birlikte. Parka varacağı sırada gölgesi kayboldu aniden. Kara ve hantal bir bulut heybetli cüssesiyle süzülüp ayın yüzünü kapattı. Belki de ay kapayıverdi gözlerini, şahitlik etmek istemedi az sonra olacaklara. Zifiri zindana döndü ortalık. Olduğu yere çöktü çocuk. Alet edildiği oyunun kâbus dolu son sahnesi yaklaşmaktaydı ve iliklerine işleyen bir korkuyla gökyüzüne döndürdü donuk bakışlarını. Karanlık gökleri kızıla boyaya boyaya süzülen alev topları Mariupol’un üstüne yağarken kollarının arasındaki kazağa sarılıp annesinin kokusuna gömdü yüzünü Seryoja. Ne kan kokusu duydu, ne barut. Alev toplarından etrafa saçılan düşman saçmaları bile canını acıtamazdı. Çünkü vanilya kokulu derin bir uykuya kapatmıştı masmavi gözlerini artık…