Yirmi dört saat herkes için aynı hızda geçiyor aslında ama her birimize bambaşka duygular yaşatarak kayıp gidiyor avuçlarımızdan. Benim avucumdaki ise maalesef görüp görebileceğim son yirmi dört saatim. Bana yaşattığı duygular karmakarışık: endişe, korku, bilinmezlik, kurtuluş. Ben galiba gerçekten çok ama çok fazla korkuyorum.
Tam yirmi beş yıl bekledim bu son yirmi dört saati. Annemle babam dayanamadılar olanlara, onlar karardan birkaç ay sonra eyalet değiştirdiler ve bir daha da benimle hiç iletişime geçmediler. Mirastan çıkarıldığımı bile avukatımdan öğrendim, pek şaşırmadım hatta onlara hak bile verdim o günlerde. Ben tek çocuğum; yirmi beş yıl boyunca avukatımın rutin ziyaretleri dışında iki kişi beni bıkmadan usanmadan ziyaret etti. Biri Rahip Thomas Byles’tı. Ben de ismini ilk duyduğumda şaşırmıştım ama sadece tesadüfi bir benzerlikmiş. Titanik batarken, günah çıkartan insanları son dakikaya kadar dinleyen Katolik Rahip’le aynı isimdeki bir din görevlisinin beni ziyarete gelmesinin bir anlamı olacağını düşünmüştüm ilk başlarda, hatta buna dini bir anlam da yüklemeye çalışmıştım ama yok, benim dinle filan işim olmaz. Hiç olmadı ki. Pazar ayinleri, arada bir aileler arası yapılan dini sohbet toplantıları ruhumu iyice karartırdı benim. Küçükken aile baskısı ile gidilen kilise ergenlikte bahçesinde erkeklerle öpüştüğüm, arada ot içtiğim yerden başka bir şey olamadı benim için. Ateist miyim bilmiyorum, yani öyleydim de eskiden, bu yirmi beş sene her ayın ilk pazarı rahibin bıkmadan usanmadan bana anlattığı anlam yüklü İncil hikayelerinden midir, yoksa yıllarca 4.5 m2’lik bir hücrede tek başına yaşamanın insana sorgulattıklarından mıdır, ben son beş yıldır filan bir yaratanın olduğu fikrine sıcak bakmaya başlamıştım. Ara ara da olsa onunla konuştum akşamları, ama bunu ne avukatımla ne de Rahip Byles’la paylaşmadım. Gerçi rahip sanki benim tepkilerimden bir şeyler anladı ama hiç sormadı bana bu konuyu. Rahip yakışıklı adamdı hani, hatta seksi bile diyebilirim, arada yoklardım onu, bana karşı kıpırdayacak mı içi diye ama onca sene adamla yalnız kaldık minnacık hücrede bir kere bile ilgilenmedi benimle. Bir keresinde sütyen takmadım bilerek, memelerim belli olsun diye, hatta pantolonumun belini düşürdüm, önünde eğildim, kendimce denedim bir şeyler ama adamda tık yok. Dibine kadar Katolik rahibimiz yıllarca geldi, İncil’den öğretiler okudu, anlattı, dinledi ve gitti.
Hücrem çok griydi, tuvalet ve lavabo çelik grisi, duvarlar uçuk gri, çarşaf beyaz ama yıkanmaktan grileşmiş, battaniye kopkoyu bir gri, mahkûm kıyafetim de gri. Bir tek sol göğüs hizasında ve pantolonun bel hizasında kan kırmızı ile işlenmiş numaram dışında her detay soğuk, buz gibi, duygusuz bir gri. Ruhumuzun renklerini bile silmişti bu hapishane, mesela ben mavi görünce mutlu olurdum, yeşile bayılırdım, şimdi avluya çıktığımız kısıtlı dakikalarda ne göğün mavisi, ne ağacın yeşili bana bir şey ifade etmiyor, hatta bence ben onları da gri görüyorum.
Sevgilimle deli gibi kampa giderdik, çadır kampına. Fırsat buldukça atlardık Andy’nin karavanına dağ tepe, deniz kıyısı canımız nereye isterse gider kurardık çadırımızı. Andy tam bir mirasyediydi, parlak gür siyah saçları vardı, boyu benden epey uzundu ve inanılmaz yapılı bir erkekti. Gülüşü baştan çıkarıcıydı, hiç dayanamazdım. Çalışmayı sevmez, parasını har vurup harman savurmaktan gocunmazdı ve eli çok açıktı, özellikle bana karşı. Onunlayken elimi cebime attığımı hiç hatırlamıyorum, annesi deli oluyordu bu huyuna, babasının mirasını böyle ne idüğü belirsiz bir kızla hesapsızca yemesi ciddi kızdırıyordu ana kraliçeyi. Oğluşuna layık gördüğü ve aralarını yapmak için gece gündüz didindiği asilzade Emma Mathews dururken, beni sevmesini beklemiyordum zaten.
Ben tek çocuğum, bir erkek kardeşim varmış aslında ama doğduktan sonra fazla yaşamamış, annemle babam elleriyle toprağa vermişler onu, ben daha üç yaşındaymışım hatıramda bir şey yok, bu olay yıllar boyu annemler için dinmeyen bir kalp acısı olduğu için, ben de içimde o eksikliği hep hissederek büyüdüm. Bir gün daha dört yaşında ya vardım ya yoktum sırf meraktan bebeğin odasına girip beşiğine yattığımda, sonrasında öyle bir dayak yemiştim ki annemden, aklıma iyice kazınmış o dayağın acısı. Kardeşimin yatağındaki oyuncak gri fili hatırlıyorum sadece-kocaman pembe kulakları vardı, yumuşacık, pofuduk bir fil. Ne o oynadı ne de bana izin verildi oynamam için. Ben filleri hiç sevmem.
Yirmi beş yıl boyunca avukatım dışında iki kişi beni bıkmadan usanmadan ziyaret etti demiştim, biri sevgili koyu Katolik rahibim, diğeri de ana kraliçe: Andy’nin annesi. Rahip Byles’ın aksine ana kraliçe benimle hiç konuşmadı. Ziyaretçi hakkım haftada dört saatti, yani günde yaklaşık yarım saat müdürün de onayladığı biri beni görmeye gelebilirdi. Kabul edip etmemek bana kalmıştı ama ben her defasında her gün görüş yerine gittim ve Andy’nin annesinin bana gözünü kırpmadan bakışını hissettim. Göz göze hiç gelmedim, gelemedim, ama o asla gözlerini kaçırmadı, dimdik bana bakan bir çift gözü ben yere baksam da üzerimde, ciğerimde, kalbimde hissediyordum. Ağzını açıp tek kelime etmedi yıllarca, ben de onun aramıza koyduğu bu sessizliği hiç bozmadım.
Bugün de geldi, gri paltosu, koyu bordo şapkası vardı, bana yaklaşınca gözlerimi hemen yere indirdim ve yarım saat boyunca öylece soğuk taşlara baktım. Bu son ziyaretiydi, belki ağzından bir şey çıkar dedim ama yine aynı vakur edasıyla gözlerini bana dikti, ziyareti boyunca bana baktı ve sonra yavaşça kalktı ve kapıya yöneldi. Yetmişini aşmış bir kadına göre gayet dik yürüyordu. Bir ara durdu, kalbim deli gibi atmaya başladı, hatta ne olur dönsün ve bana bir şeyler söylesin diye dua ettim. Rahip Byles benimle gurur duyardı, kime dua ettim ne dedim hatırlamıyorum ama yalvardım benimle konuşsun diye. Ama o sadece şapkasını düzeltti ve odadan çıktı. Bir daha beni göremeyeceğini biliyordu, fırsatı varken neden bozmadı yine sessizliğini. O gece rüyamda annemi, babamı, ölen erkek kardeşimi, Andy’i, o kaltak Emma’yı, Andy’nin hiç tanımadığım babasını ve rahibimi gördüm. Karman çorman bir rüyaydı, herkesi vedalaşmak için çağırmışım rüyama. Ölüler, diriler, konuşmadıklarım, benimle konuşmayanlar herkes bir aradaydı. Sabah uyandığımda annemle babam gelir mi acaba ziyaretime diye aklımdan geçirmedim değil.
Son altmış dakika; içimdekiler: endişe, korku, bilinmezlik ve kurtuluş.
Son on dakika, rahip yanımda günah çıkartıyorum, o da beni Tanrı adına kutsuyor, günahlarım için af diliyor.
Gri kayışların olduğu, buz gibi metal sedyeye yatırdılar beni. El ve ayak bileklerimden bağladılar. Vücudum cehennemi hisseder gibi. İğne hazır, damar yolum açık, karşımda idamı seyretmeye gelenlerin oturduğu oda var, perdeyi açtılar. Sadece Andy’nin annesi gri paltosu ve bordo şapkasıyla oturuyor. İlk kez göz göze geldik. Yanıyorum, çok üşüyorum.
Son bir dakika, içimdekiler: kurtuluş…