“Sayılı”, “hesaplı”, “Kasım” günlerinin “Hamsin’inin” sonuna yaklaşmış, “Leylek Kışı”na girmiştik. Martın son haftasına yani. Karakış da, zemheri de geçip gitmişti işte. Hiç bitmeyecek sandığım. Oysa kış aynı yüzsen günlük kıştı. Karanlık, soğuk, kış fırtınası içinde geçen günlerde- gecelerde, sert rüzgârların ve karlı gecenin mor koynundan çıkan Karakoncolos Cininin kapımıza gelerek hangimizin ismini fısıldayacağını korku içinde beklemedik değil! Aramızdan çekip götürdükleri de oldu. Ama fırtına da bitti.
Şubat ayıyla başlayıp nevroza kadar süren Hamsin’le aslında kışı bitirdik sayıyordum içten içe. Bu kısa ay, meğerki ne çok şey sığdırıyormuş bağrına. Şubat ayı başlangıcıyla göçten geri gelmeye başlayan kuşların çiftleşme zamanı başlıyor, “kor ateşler” önce havaya, suya ve en son toprağa düşerek canları ısıtıyor, nihayet ağustos sonunda gittikleri güney ülkelerinden dönen leylekler, gagalarında taşıdıkları baharla geri geliyordu. Son cemre de toprağa düşmüş, kırkikindi yağmurları öğlen sonraları pis asfaltlara, Anadolu’da bozkırlara inmişti sık sık.
Mart ayının ünlü yedi günlük kocakarı soğuklarını da atlattık sonunda. Kırlangıçların fırtınası başlamasa da kendileri geldi. Nevruz geldi bahara girdik ey bahara. Fırtınalar eksik olmasa da olur. Koz kavuran fırtınası, çiçeklerini döktüğü cevizleri yakıp geçerken çaylak fırtınası başladı. Mart sonu fırtınası da son bir hamleyle oğlaklara, çiçeğe durmuş ağaçlara saldırırken ben yola çıktım.
Arabamdan seyrettiğim yol kenarlarındaki kiraz ağaçları beyaz, şeftali ağaçları pespembeydi. Bodur, çarpık çurpuk dallarıyla şeftali ağaçlarının çiçek açmış görüntüsü, tozpembe ışıldayan bir sis gibi büyüleyici. Yaşam, o töz, içteki cevher, kış boyu sükunetle beklemiş, kabuk çatlamış, su yürümüş, tomurcuk patlamış, sisin ardında beliren dağ kümesi gibi kudretini kıvıl kıvıl göstermeye başlamıştı. Uzun bir süredir içinde debelendiğim o mağarada, kış uykusundaki uyuşuk bedenime, ruhuma vuran bahar ışığının şavkıyla dirilmiştim ben de. Ama sen ölüyordun, hayret! Öyle söylemişlerdi telefonda, bilinci kapalı, yoğun bakımda, beyin kanaması. Alkollüymüş! Düşmüş! Kafasını kaldırıma çarpmış…
Yetişebilecek miyim sana? Oysa en son konuşmamızda, mayısta, İstanbul’da buluşmak üzere sözleşmiştik. “Erguvandır İstanbul’da mayıs” diye bitirmiştin sözlerini her zamanki bilgiçliğinle. Ben sana, sarı ekin hasatlarının yanı başında, yemyeşil ekin tarlalarının arasında kıpkırmızı yayılan gelincik kümelerini görmek için Anadolu’ya gidelim demiştim. Heyhat, ben İstanbul’daydım, sense Ankara’da, tersi olmalıydı oysa. İkimizde bulunduğumuz yerden gitmek istiyorduk. Yol kenarlarında kendiliğinden bitivermiş sarı, beyaz papatyalar, mor ballı babaları, mavi mine çiçeklerini koyun koyuna bir arada gördüğümüz kırlık alanlarda yatıp yuvarlanabiliriz diye devam etmiştim. Sen itiraz ederek beni susturdun. O titrek boyunlu narin gelincikler, savaşlarda deşilen insanların dökülmüş kanları gibiymiş olsa olsa. Düşünsene dedin, kanının rengi erguvan olsa nasıl olurdu? Solgunluğuyla görkemli erguvan, soyluluğun rengiydi, Konstantinopol’ün. Erguvanın güzelliğiyse, hayal gibi yitip gidecek olanın, rüyanın, solgun, uçuculuğuydu. Kırmızı hep ortadaydı, açık saçık, etini göstermekten çekinmeyen bir fahişe gibi açıkta. Erguvan, entrikalarla gizlenmiş saray bahçelerinde, boğazın bir görünüp bir kaybolan yamaçlarında, hışırtılı, mor, imparator pelerinlerinde, firavun gemisinin dalgalanan yelken bezinde, mücevher ışıltılarında, rakının buz beyazında, diye tamamlamıştın sözlerini. Sen, kızıl bir köylüsün, bense erguvani bir asilzade diyerek dalga geçmiştin. Şarabi bir kırmızı ya da günaşık sarısı tek başına var olabiliyor, ya sen asilzade, kırmızı bir bana ya da süt beyaz bir masumiyete ve çivit mavisine ihtiyacın var erguvan rengini oluşturmak için diyerek golü atmıştım sana. Hafifçe gölgelenmiş miydi yüzün. İkimizin birden âşık olduğu, sarışınlığıyla teni saydam bir beyazı andıran o kuzeyli kızı mı hatırlamıştık ikimizde. Çivit mavisi bir göğe beyaz ışıltılarıyla serpilmiş gözüken samanyolunun altındaki bir gecede öptüğün, öptüğüm.
Kızın anlattığı söylenceye göre o masal şehrinin içinden nehir gibi geçen denizin, laciverti koyulup, koruluk tepeleri yeşillendiğinde, erguvan ağaçları çiçeklenir, yedi gün süren erguvan akşamlarında akşamdan sabaha yedi ahval, renkten renge girerken erguvanda nihayete erermiş.
Birinci ak gecede bulutlar gökyüzünde özgürlüğe kanat açan uçan doru atlar gibi süzülür, nereden geldiği bilinmez bir sis geceyi tül bir beyaza bürürmüş. Ama bu sisin ardında sade canlılar değil ölüler de kalkar dolaşırmış yeryüzündeki aman dikkat hesaplar saçılırmış. İkinci gece bu kez kısa bir zaman, siyah bir perde çekilirmiş dünyanın üstüne, koyu bir karanlıkta göz gözü görmez, diğer duyular harekete geçtiğinden dünyanın dönüş hareketini işiten kulaklar eyvah ki yardım isteyen her canı duyarmış. Üçüncü gecede gökyüzü boğaza iner, denizle gökyüzü koyu lacivertte birleşir, yıldızlar denizin içinden ışır, balıklar gökyüzünde süzülürmüş. Dördüncü gece güneş batmamakta direnir, ufku kaplayan kızıllığa bakan yürekler kor ateşlerde yanarmış. Beşinci gün… O beyaz, ince, kuzeyli kız, o erguvan günleri, geceleri, o gecelerdeki pembe beyaz leylak kokuları, gençliğin dumanlı başı, âşık kalbi… İkimizi de bırakıp giden o tanrıça. Şimdi de beni bırakıp giden sen.
Nisan ayının ortalarını, erguvanların açmasını bekleyemedin. Hey zaman. Erguvan zaman. Otobüsün camından geçerek yitip giden görüntüler gibi ne zaman bıraktık arkamızda yarım bir yüzyılı. Nasıl ölebilirsin ki? Daha henüz erguvanlar açmadı, o kızla kavuşamadık bile. Totem yapıyorum kendi kendime, erguvanlar daha açmadı, ölemezsin.
Sakarya’ya yaklaşırken Sapanca gölünü uzaktan gören bir mola yerinde durdum. Güneşli, kar toplayan bir mart soğuğu beni karşıladı. Eskişehir garında otobüsten indiğim buz gibi kasvetli sabahlar geliyor aklıma. Kemiklerime kadar üşüyorum, ama bir yandan da içimde nasıl da tanıdık bildik bir duygu. Çok kısa bir an. Kendimden utanıyorum. Ama sen ölüyorsun diye hatırlatıyorum bedenime, kalbime. Oysa uzun zamandır o yaşama sevinci denen şeyi duyumsamadığımı hatırlıyorum. Şimdi sanki uzun bir tatile çıkmış, serüven peşinde bir yeniyetme gibiyim. Yol, yolculuk dendi mi hep bir umut olur içimde sen de bilirsin- din.
Neden durdum bu mola yerinde? Artık sigara da içmiyorum. Uyuşan bacaklarımı hareket ettirme isteği mi? Ellerim cebimde, boynumu kısmış, yürüyorum ilerdeki çardağa doğru. Eski bir anının, ya da görüntünün mü peşindeyim? Beni burada durduran ne? Başıma gelmesini umduğum nasıl bir tesadüfün izindeyim. Sağıma soluma bakıyorum. İlerden, aşağıdaki vadiyi daha iyi görebilirim sanırım. Soğuğu bu kadar görünür kılan şey rüzgâr olmalı diye düşünüyorum. Üzerimdeki yağmurluğu bir balon gibi şişiriyor. Senin ölümünden bu kadar korkmam? Ölümün benim kıyılarıma kadar gelmiş olmasını anımsatmasından mı? Ölüm hiç bu denli yanıma sokulmadı mı? Hayır, yalan ölüm hep peşimizdeydi. Ben, yitirdiklerimden geriye kalan taş bir anıt gibiyim. Bu korku değil, taşlar korkamaz! Acı mı? Acı da çekemezler.
Sonra onu gördüm. Çardağın yanındaki çam ağaçlarının gerisinde, tek başına, küçücük. Bir insan boyunda, küçük, cılız, iki yana uzanan iki küçük daldan mütevellit. Ana gövdeden ayrılıp iki farlı yöne uzanan iki küçük dal. Yatılı okuldaki senle ben gibi. Ne beraber ne ayrı yapabilen, birbirinden kaçmak için birbirine koşan. Bir sen anlarsın bunu.” A-da-ko” geliyor aklıma. “Ağaç- dalı- kompleksi.” Ama o cılız dalları erguvan çiçekleriyle nasıl da kaplı görsen. Küçük, cılız ve güzel olması, gülünç olmasını engellemiyor. Sabırsız bir yeni yetme gibi. Ona bakarken coşkuyla ağlamak geliyor içimden.
Kim, ne zaman, niye dikmiş bu yol kenarına kim bilir? İnsan elinden çıkma gri renkli asfaltın kenarındaki bu sidik kokulu çirkin mola yerinde, uzaktaki gölün ve karşıdaki yeşil tepelerin kusursuz güzelliğiyle yarışıyor. Bu rüzgârda, bu mazot kokularının arasında, erkenden onu açtıran tepedeki güneş mi? Erkenci haberciler gibi, hem gelen baharı müjdeleyen, hem de… Kim bilir şu ilerdeki benzinci çocuk dikmiştir belki de. Ağzının kıyısında düştü düşecek bir sigarayla, dumanların arkasından, karşı tepelere bıçkın ve şehla bakışlar atan. O da çocuğa olan meylinden açıvermiştir böyle erken. Saçma sapan düşünceler işte.
Erken açan bir erguvan ağacı üşür mü? Soğuk onu da yakar mı? Ya diğer erguvan ağaçları, karşı tepedekiler, yanılıp da ona uyar mı? İçimde, ağlamakla gülmek arası bir sızı. Bir pişmanlık, bir umut, bir yılgınlık arası gidip gidip gelme hali. Önce bu ufaklık, sonra bir diğeri, bir diğeri derken tepeler, yeşil ağaçların arasında ayrıksı güzelliğini sergileyen erguvan ağaçlarını sanki bir anda ortaya çıkıvermiş masal kahramanları gibi şaşkınlıkla izleyeceğiz. Oysa hep oradaydılar. Senle ben biliyorduk, bütün bir sene onları bekliyorduk, baharla birlikte açsınlar diye. Diğer insanlar çiçeklerini açtıklarında bile onları görmüyordu. Sen de gidersen kiminle bekleyeceğim. Nasıl da bencilce, rezil bir düşünce değil mi? Sadece kendimi düşünüyorum işte. Dünya işte böyle görenler görmeyenler, bilenler bilmeyenler, farkında olanlar olmayanlar diye ayrılır gider bizde. Biz ikimiz, bir de geri kalan dünya. İkimiz bile o kadar ayrıksı oysaki. Ya diğerleri?
Sen erguvan soylu, ben şarabi bir eşkıya. Biliyor musun geri kalan tüm aylarda varlığının farkına bile varmadığımız bu ağaç, senede bir aylığına çiçeklenerek tüm güzelliğini sergilediğine göre, insanların da çiçek açtığı zamanlar olmalı. Yeni bir totem daha buldum. Sen daha çiçek açmadın o yüzden ölemezsin. Bir insan nasıl çiçek açar diye sorma? Cevabı sen vereceksin. Sadece dayan ve beni bekle…