Boğaza bakan yamaçtaki iki katlı ahşap küçük ev, yaşlı karı koca sahiplerinin yaşama dair umutlarına tutunarak “parasever”, açgözlü müteahhitlere direniyordu. Boğaz’a, Fındıklı’ya, Üsküdar’a ve hatta tarihi yarımadaya, gururla bakıp dururdu bıkmadan. Nasıl bıksındı… İstanbul’u İstanbul yapan bu mekânlar değil miydi? Evin iki küçük odasına sıkışmış genç, kimi kimsesi olmayan bir ressam kiracısıyla üç kişi yaşardı evde. Söylentilere bakılırsa ressamın kira ödediği yoktu! Ara sıra bir tablosunu satarsa, paranın tümünü evin sahibi kadına vermek gibi garip bir huyu vardı. Bu da çok ender olur ama yine de olurdu böyle mucizeler. Tabloları, parsellenmiş piyasada pek müşteri bulamazdı. Aşağıda, Boğaz’ın kıyısındaki DGS Akademi binasından bir türlü kopamadığından, mezun olup olmadığı bile meçhuldü. Sanki kendini “ana rahmine” kapatmış çıkmıyor ve oradan besleniyor ama resimlerini atölyesinde yapıyordu. Yaşlı çift, onu öylece benimsemiş; hiç olmamış evlatlarının yerine koymuştu. Sakin, sessiz ve hep kederli görünen bu Oğul’a öylesine alışmışlardı ki, biri çıkıp “ama o sizin gerçek oğlunuz değil ki…” dese… Bozulurlardı.
Evin, küçücük bir de bahçesi vardı. Boğaz’a ve Akademi binalarına tepeden bakan bu küçücük bahçe, Üsküdar’dan Kadıköy’e, Ortaköy’den Adalar’a, Sultanahmet’ten Eminönü’ne kadar geniş bir manzaraya bakan kocaman gözleriyle, görebildiklerini kucaklayıp içine alacak kadar da geniş yürekliydi. Ressam, bu bahçede taslaklar çizer, resimler yapar ve sık sık da dalar giderdi. Bazen bu çalışmalar günlerce, haftalarca sürerdi. Meslekten olmayan biri, ilk bakışta birbirinin aynısı gibi görünen çizimlere bakmaktan bile sıkılabilirdi. Usta bir göz… Görülecek neler bulmazdı ki bu çizimlerde? İnatla sürdürülen bir arama serüveni belki… Ayrıntılarında gizlenmiş heyecanlar… Ümit, direnç ve özlemler. Ve belki keşfedilmeyi bekleyen güzelliklerin sayısız ifade biçimlerini bulurdu… Kim bilir?! Her bir keşif, başka bir keşfin yolunu açar, benzersiz ve keyifli yolculukların içinde bulabilirdi kendini. Estetik algı, geliştirilebilir incelikli bir zevktir.
Akademide hoca olduğunu sonradan öğrendikleri bir adam, ara sıra gelir, uzun uzun bakardı resimlere. Sevecen bir tebessümle aydınlanan yüzü hayret eder, coşar, el kol hareketleriyle ressama bir şeyler anlatır dururdu. Bir seferinde kadın, hoca gittikten sonra o resimlere dikkatle bakmış, ilginç bir şey bulamamıştı. Resimde, Topkapı Sarayı’na ait kulenin sivri çatısı, hep aynı duran Ayasofya’nın kubbesiyle minarelerinden başka da, tanıdık bir şey görememişti. Yine de ressama karşı daha koruyucu bir tavır geliştirmişti kadın, “koskoca hoca numara yapacak değil ya! Elbette bir gün oğlum da meşhur olacak!” diye düşünüyordu.
Günlerden bir gün, bahçede tuhaf bir şey oldu. Ressam, durup dururken çalışmayı bıraktı. Kasıldı. Bir noktaya deli deli bakmaya, baktığı bir şeye çılgınca haykırmaya başladı. Böyle bir haykırışı tanımlamanın imkânı yoktu. Bu sıska çocuktan böyle bir ses nasıl çıkar diye hayret ettiler… Donup kaldılar. Kıyametleri kopartan deli haykırışıyla birlikte, çalışmalarını bahçeye savurmaya, çizim defterini yırtmaya kalktı. Kalın defteri parçalamaya gücü yetmedi… Kızdı. Fırlattı. Kalemleri, fırçaları, çini mürekkebi hokkalarını yere attı… Hızını alamadı, masaya kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı. Çok şaşırdılar. Korktular da biraz. Yürekleri sıkıştı. Ama korkularını, meraklarını unuttular. Belli ki oğul derin bir buhran içinde ya da çok hastaydı.
Çekinerek yaklaştı kadın… Oğlunun haline üzülen, ona umut ve teselli vermeye hazır bir anaydı şimdi. Çekingenliğini çekip attı. Omzunu kavradı. İşte o an ressamdan kadının bedenine, sessiz ve derinden öyle bir çığlık yayıldı ki, kadının yüreği gibi bedeni de sarsıldı. Kadın, içten ve doğal bir hareketle, onu arkadan kucaklayıverdi. Yanağını, onun ıslak yanağına yapıştırdı. Bedeni, daha da sarsılmaya başladı ressamın. Doğrulmaya çalıştı kadına tutunarak… Olmadı. Adam, her an yere düşecekmiş gibi duran ressamı yakalamaya hazırlanıp ileriye atıldıysa da onu yakalayamadı.
Yerde baygın yatan oğulcuk, o kadar ufak tefek ve cılızdı ki, yaşlı çift onu üst kattaki yatağına taşımakta güçlük çekmedi. Ateşini kontrol eden kadın, odadan çıkarken, “Ateşi de var. Şimdi ona tarhana çorbası yaparım… Bi şeyciği kalmaz!” dedi merakla bakan kocasına.
Kadın mutfağa seğirtirken, adam da bahçeye indi. Ortalığa saçılmış çizimleri topladı. Yerdeki malzemeleri, atölyeye taşıdı. Döndü. Bahçedeki kanepeye çöktü. Üzgündü. Karamsar düşüncelere daldı. Mutfaktan yayılan çorbasının kokusu ona ulaşmasaydı, hâlâ kaygılı düşüncelerinde dolanıyor olacaktı.
Koku, sessizce yükselerek ressamın odasına daldı. Antik tanrıları bile baştan çıkaracak bu kokuyu soludu ressam. Koku, bedeninin tüm kanallarına yayılarak, beyninde saklı duran kapalı kutuyu açtı. İşte tam o anda, ressamın tüm ağır düşünceleri, yaşam kaygıları, sanat ve sanatçılar hakkındaki çözümsüz sorunları uçup gitti. Bir tek umut kaldı. Kadının getirdiği çorbayı, bir hayat iksiriymiş gibi özenle içti. Kadına minnet ve sevgiyle baktı. Kadın ki artık bir anadır o… Bu bakışla ömründe aldığı en değerli armağan karşısında ürperdi. Ürperti, sevecen bir gülümsemeye dönüştü, gidip ressamı sarıp sarmaladı ve onu yaşamın koynuna sokuverdi. “Sevgi ve şefkat, pek çok yarayı sağaltır. Ressamın zayıf bedeni de şifa bulacak” diye düşündü yaşlı çift.
Birkaç gün sonra ressam yatağından çıkabildi. Hâlâ solgun olan yüzü, uzamış sakallarıyla daha bir süzülmüş görünüyordu. Renksiz yüzüne inat dudakları pes pembeydi. Kadın, ilk defa onun dudaklarında gülümseme, gözlerinde bir ışıltı fark etti. “İyileşiyor” diye düşündü. Bahçede hep birlikte bir kahvaltı yaptılar. Sade ömürlerindeki en keyifli yemekti bu ve belleklerinde de öyle kalacaktı. Bütün gün, bahçede sessizce oturdu ressam. İlişmediler. Ve yıllarca beyninde gizlediği sırları, anıları, dertleri, özlemleri, hüzünleri, kırgın olduğu hayata dair düşünceleri, ışığın çevresinde dönen pervaneler gibi dolanıp durmaktaydılar. Çağdaş Sanat nedir? Bu sanat anlayışı içinde resim sanatının yeri nedir? Nasıl bir teknik ve üslupla yepyeni bir estetik duyum yaratılabilir? Gerçek bir sanat ve kültür ortamı var mı? Arkadaşlarının ve başka sanatçıların yaptıkları, sanat eseri midir gerçekten? Çok acı veren sorulardı bunlar. Bu konuları dert edenlerle konuştukları, saatlerce tartıştıkları olmuştu. Ama hiç birisi onun kadar saplantılı, dertli, küskün ve çaresiz değildi sanki! “Neyse ne, önemli olan resim yapmaktan keyif almaktır. Sonuçtan memnun ve mesut olmak, bir şans işidir. Hayatın kendisi deneme yanılma, kırılma, küsme ve yeniden barışma süreci değil midir? Boşver gerisini” diyorlar, aldırmaz görünüyorlardı. Ucuz bir şarap, birkaç parlak laf, karşılıklı yermelerle hırslarına şifa, övmelerle egolarına güç kazandılar mı? Oh… Yeter de artar bile! Günlük dedikodular, politik muhabbetler, saman alevi gibi parlayıp sönen aşklar, sevinçler, mutluluk esintileri, bu insanlar için doğal şeylerdi. Bu sorunlar olmadan, hayatlarının tadı tuzu olmazdı. Aç ve açıkta kalmayacak kadar resim satsınlar nelerine yetmezdi? Öldüklerinde, belki şans arkalarından gülerdi… O da gülerse tabii. Bu namussuz dünyanın kendilerine dayattığı hayata tahammül etmenin başka bir yolunu yordamını bilmiyorlardı. Arayacak halleri, yürüyecek yolları, direnecek sabırları, çığır açacak dehaları, savaşacak güçleri yoktu! Çok az birkaç şanslının dışında, her biri tek başına mutsuz, umarsız, parasız pulsuzdurlar. Onu bulduklarındaysa, bir an önce ondan kurtulmak için, hemen tüketiyorlardı. Onlar da kendi çöllerinde aç susuz, köşe bucak “İlham Perilerini” arayan Mecnun ya da Leyla’ydılar. Ressam, onlarla aynı kaderi paylaştığını, çoğunun kendisi gibi sürgün olduğunu biliyordu. Devleti sevk ve idare eden hükümetler, Anadolu’nun evlatlarını köy ve kasabalarından İstanbul’a sürüyordu. İstanbul, koskoca bir sürgünler şehriydi. Nüfusu ve dokusu değiştikçe kendine de yabancılaşan bu kentin insanları, kendisi kadar köksüz ve iğretiydiler. Ufak bir darbe, onları yere seriyordu. Hepsi, kendilerine iyi gelecek bir ortam bekliyorlardı. Piyasayla el ele sanat camiası onları fark etmek, yüreklendirmek yerine, horlayıp yok sayarak incitiyor, özgüvenlerini sarsıyordu. Sanatçıların bu ortamda sesle, hareketle, sözle yapılan sanatsal eylemleri, şekil ve renkle tuvale yansıyan resimleri etkisiz kalıyordu. Bu şartlarda çalışmaları özden uzaklaştırarak yapaylaştırıyor, giderek sahte yapıtlara dönüşüyordu. İster şans eseri yaptıkları resimler “Ticaret Meta’sı” olup, medyada var olmayı başarmış saygın sanatkârlar olsunlar, isterlerse “sanat yapıyorlarmış gibi” üretmeye gönülleri razı olmadığından sürünen çoğunluktan olsunlar, hepsinin yüzlerinde gadre uğramış “kırgın ve küskün bir kişiliğin” damgası vardı. Durmadan soruyorlardı kendilerine: “Bir çıkış yolu yok mu?”
Diğerleri gibi ressam da, bu kısır döngüden bir çıkış arıyor, çoğunlukla araştırmaları hüsranla sonuçlanıyordu. Sonra derin bir umutsuzluğa yuvarlanıyor, sağlığını, gücünü, çalışma azmini yitiriyor, bedeni ve incinmiş ruhuyla hayatın cehenneminde tek başına kalıyordu. Her seferinde direncini, yaratma gücünü biraz daha yitirmiş olarak ama Sisifos gibi yeniden ve tekrar mücadeleye başlıyordu. Bu böyle o gün, o bahçede yaşadığı kriz anına kadar sürüp geldi. “Vermeyince Mabut… Neylesin Mahmut?” diyerek bilmeden kendini kaderin çengeline takıverdi çenesinden. O günden sonra eline ne kalem aldı, ne de fırça. İçinde sözcükler tükenmişti… Konuşmadı. İsteği kalmamıştı… Yapmadı.
Kadın, onun derin düşünceler içindeyken, yüzünde tuhaf bir aydınlık fark etti. Tanımlanamaz bir endişenin titreşimlerini yüreğinde duyup ürperdi. Sonra gördüklerini hayra yorarak “iyileşiyor” diye düşündü. Keyiflendi. “Durun, bir kahve yapayım da şöyle günün keyfini çıkaralım ” dedi. Gün batımında o gün, o küçük bahçelerinde üçü birlikte keyifle kahvelerini yudumladılar. Ressam, o gün ilk defa orada, tam da kahvelerini yeni bitirdiklerinde, kadını ve adamı kucakladı sessizce. Onlara sımsıkı sarıldı. Yaşlı karı koca, mutlulukla şaşkınlık arasında bocaladıkları o gece, huzursuz uyudular.
Kadın erkenden kahvaltı hazırlıklarına başladı. Garip bir hafiflik, bir hamaratlık gelmişti üstüne. “Hayırlara vesile olsun” diye gülümsedi. Kıymalı, peynirli küçük pideler, çörekler, poğaçalar yaptı. Çay demlendi. Beklediler, inmedi ressam. “Çık bak… Uyuyor mu hâlâ” dedi kadın kocasına. Adam, az sonra yüzü asık olarak indi… “Odasında yok… Çıkmış herhalde!” derken sesi titredi. Sanki birden küçülüverdi kadın. Masaya doğru seğirtirken, “Mektebe inmiş olmalı. Otur, biz kahvaltımızı yapalım. Gelince ona tekrar hazırlarım” dedi. Coşkuyla hazırlanmış sofrada şimdi, hayal kırıklığının acılı sessizliği vardı.
O gün gelmedi ressam. Yaşlı çift geceyi kulakları tetikte geçirdi. Adam, sabah erkenden “mektep” dedikleri Akademiye gitti. Hocalar dâhil herkese sordu oğlunu. Ne gören, ne de onun hakkında bir şey bilen vardı. Her yeri aradılar. Bahçedeki kuyuya bile baktılar. Ressamı sormadıkları kimse, bakmadıkları yer kalmadı. Ümitleri tükenip yasa durdular. Ağızlarını bıçak açmadı. Ressamın kaybolması medyada duyuldu. Gazeteciler geldi gitti, acılarının magazinleştiğini gördüler. Polise, savcıya ifade verdiler. Mütevazı hayatları, günlerce çalkantı içinde örselendi. Kırgındılar. Kendilerini yarı diri, suskun ışıksızlığa gömdüler.
Yamacın tepesinden çevresine gururla bakan yaşlı ev de yaşlı çift gibi sonunda yorgun düştü. Bir gün bacasından yükselen kara bir duman görüldü. Duman sanki yaşlı çiftin yüreklerinden yükseliyordu. Kara duman evi sarıp, kızıl alevlerle birlikte göğe yükseldi. İtfaiye geldiğinde her şey çoktan olup bitmişti. İtfaiye erleri, enkazın altını üstüne getirdiler ama tıpkı ressam gibi yaşlı çiftin de izine rastlamadılar.