Hastaneden sonunda çıkabildim. Sosyal sağlık sisteminin iflas belgesini cebimde taşıyordum: Yüklü miktarda fatura. Ama yine de mutluydum hastaneden çıkmış, nihayet özgürlüğüme kavuşmuştum, üstelik bu faturalar sayesinde otopark parası da ödemeyecektim. Tam bir züğürt tesellisi! Sabah arabamı hastane bahçesindeki otoparka park etmek çok zor olmuştu. Neredeyse bir saat beklemiştim. Hiç yoktan randevuyu kaçıracaktım. Aslında işime de gelirdi. Bu ilk seanstı ve önümde uzun bir yol var. Belki de boşuna çaba.
Neyse yapacak bir şey yok. İstanbul böyle bir şehir. Her şekilde tıklım tıkış. Saatime baktım, geç kalmak üzereydim. Akşam trafiğine kalmamak için acele etmeliydim. Şehrin bir ucundan bir ucuna geçecektim. Nereden nereye? Çocukluğum bu kocaman caddenin üst tarafında, Fatih’te geçmişti. Okul hayatım boyunca her yıl Vatan Caddesi’ne kurulan tören alayına katılırdık. Yine bizim gibi iki dirhem bir çekirdek, askeri lise öğrencileriyle birlikte. Çapkın arkadaşlarım flörtleşir ben utana sıkıla onları izlerdim. Caddenin sonunda ise, şimdi emniyet müdürlüğü olan yerin tam karşısında çocukluğumun hayal şehri yükselirdi: Lunapark. Bayram sabahları harçlıklarımı toplar, bir an önce akşam olmasını beklerdim. Kalın demirden, yüksek giriş kapısının üstünde bir başlık halinde LUNAPARK yazılıydı. O kapının önünde süslü bayram kıyafetleri içinde, heyecandan kanatlanıp çırpınan kalbini dinleyen kızı hazırlıyorum. Sanki o anı yeniden yaşıyorum. Bir anlığına gözlerimi kapatıyorum, tatlı bir ongunluk sarıyor ruhumu, dağılmasın, hep orada kalsın istiyorum. Zamanı durdurup geriye gitmek, yeniden o renkli dünyanın bir parçası olmak… Pamuk şekerin tadı dağılıyor ağzımda, yüzüme gözüme bulaştırarak ve doymak bilmez bir oburlukla şekerimi yerken, heyecan içinde sonrasında hangi alete bineceğimi seçmek istiyorum. Ama aslında benim her zaman şaşmayan bir sıralamam vardı; önce gözlerini benden ayırmayan güzeller güzeli prensesin aşağı yukarı dönen eteğine biner, sonra çarpışan arabada ustalığımı sergiler, en sonunda da evimi kuşbaşı görebileceğim kadar beni yükseğe çıkaran dönme dolabın kırmızı kabinine atlardım.
Biri sesleniyor “Abla… abla…” dur bekle ya kimsen, gündüz düşündeyim, uyandırma beni, durmuyor “Abla… abla eve gidecek akbilim yok, bir yardımcı olsan” İstemeden açıyorum gözlerimi, tatlı rüyasından uyanmak istemeyen her hayalperest gibi ve birden her şey grileşiyor, gerçek dünyaya hoş geldiniz. Çok geçmişte kalmış o günler. Zaman öyle hızlı akıp gitmiş her şey o kadar değişmiş ki. Zaten o lunaparkın yerinde de şimdilerde kocaman bir otopark var. Kadına dönüp “Efendim” diyorum, tam anlamıyorum çünkü ne dediğini “Abla eve gidecek param kalmadı, akbilim için biraz para verir misin?” diyor, elinde turuncu bir kart sallıyor, dikkatli bakınca kadını hatırlıyorum hemen. Çünkü önceki gün tahliller için hastanedeyken yine yolumu kesip aynı şekilde para istemişti. “Eee sen geçen de benden akbil parası istedin. Her gün mü…” cümlemi tamamlamadan hızlı adımlarla uzaklaşıp gidiyor. Bir nevi iş kazası. Elimi cebime sokup arabanın anahtarını arıyorum, gözlerim genç kadının üzerinde. Biraz ilerde başka birine yanaşıyor. Adam cebinden çıkarıp bozuk para koyuyor avucuna. İzlerken onları, gayri ihtiyari bir dilencinin günlük hasılatı ne kadardır hesabı yapıyor zihnim. Buralarda, Edirnekapı’ya doğru eskiden bir mahalle vardı: Sulukule. Acaba oralı mı? Neşeli insanlar yaşardı orada. Ama sonra kentsel dönüşüme kurban gitti. Onlar eğlenmeyi seven insanlardı. Oldukları gibi olan, acıyı bile bağırlarına basan. Kimse kaldı mı gerçek Sulukuleli? Bu genç kadın çalışmayı düşünmüş müdür hiç? Denemiştir belki. İş bulamamıştır. Öyledir öyle! Çünkü içimde bir Sait Faik var, onun gözleriyle bakmak istiyorum insanlara. Kolumdaki saat vaktin akşama kavuşmak üzere olduğunu gösteriyor, şimdi yola çıksam trafikte, arabanın içine kısılmış kalmışken panik atak basacak yine eminim. Evde bekleyenim mi var? Küçük bir kaçamak yapsam, anılara doğru yolculuğa çıksam, saatlerdir hastanede oturmaktan tutulan bacaklarımı açsam, şöyle bir Fındıkzade’ye oradan Cerrahpaşa’ya doğru yürüsem. Kocamustafapaşa’ya kadar gidebilir miyim? Hani bazı akşamlar hep birlikte toplanıp küçük cep tiyatrosuna giderdik ailecek. O duruyor mudur?
Düşündükçe heyecanlanıyorum. Havanın kararmasına daha var. Arabada rahat yerde nasıl olsa, o halde hadi diyorum tabana kuvvet. Hastanenin Çapa’ya çıkan arka kapısına yöneldiğimde, genç kadını görüyorum yine. Yorulmuş oturmuş bir köşeye, yanında küçük bir oğlan. Böyle mi büyüyecek? Ama en derine de düşmüş olsa insan, kendi hayat hikâyesini yeniden yazılabilir, değil mi Yaşar Kemal abi? Yeter ki her şey insanca yaşansın.
Çapa’nın içinden mi geçsem, yerinde yeller esen eski lunaparkın önünden Fındıkzade yokuşunu mu tırmansam? İkincisini tercih ediyorum. Sağlı sollu tıbbı malzeme dükkanları, çoğunlukla tıp öğrencilerinin kaldığı öğrenci yurtlarıyla dolu cadde. Fındıkzade yokuşunu çıkmaya başlayınca işte yine anılar beliriyor. Yine pamuk gibi oluyorum. Çok mu mutluydum, yoksa çok mu çocuktum? Sanırım ikincisi. Peki çocuk kalmayı ne zaman bıraktım? Herkes gibi büyüyünce elbette. Dik yokuşu tırmanınca Millet caddesine çıkıyorum. Sağdan gitsem doğduğum eve Şehremin’e, soldan gitsem Aksaray’a doğru. Eğer Laleli oradan Beyazıd ve Sultanahmet yapmayacaksam o tarafa gitmenin anlamı yok. Ama bir gün söz gideceğim oralara da hem de yaya olarak. Sağdan gitsem yani Şehremin’e eski kurban bayramlarını hatırlayacağım. Annemin teyzemle girdiği kavgalar gelecek gözümün önüne, ona da gerek yok kalsın. Babamın çalıştığı benzin istasyonu hâlâ duruyor mudur yerinde? Duruyorsa da ne işime lazım, artık babam yok ki. Şu zihin denen şey nasıl bir makine Allahım? Babam deyince art arda fotoğraf karelerinden oluşan bir arşiv gibi açılıyor geçmiş hatıralar. Yaşlar süzülüyor yanaklarıma. Sokakta bir başına yürürken ağlayan bir kadın. Kovuyorum o hatıraları, gözyaşlarımı cebimden çıkardığım mendile, bir suçu gizler gibi siliyorum. Zaten son günlerde hepten ağlak biri oldum. Babam görse dalgasını geçerdi. Ama ne yapalım bir türlü aklımdan çıkmıyor, şimdi babamın öldüğü yaştayım.
Millet Caddesi’nden dimdik Cerrahpaşa’ya doğru çeviriyorum yönümü oradan Samatya’ya ineceğim. Deli misin diyor içimdeki doğrucu ses. Aman be…olsun diyorum, kırk yılda bir aklımıza eseni yapmayalım mı? Yürüyecek dönecek gücüm kalmazsa atlarım bir taksiye gelirim arabamın yanına. Hem bugün madem böyle bir işe kalkıştık, bu bedeni ödüllendirmek de lazım değil mi? Samatya’da bir balık yanına da rakı ısmarlamaz mıyım kendime? Ismarlarım elbet. Yüzüm gülüyor, içimdeki doğrucu sesin de kandırdım, birden susuveriyor.
Başka yer be buralar. Şimdi yaşadığım yerlerden farklı. Buranın insanı da değişmiş elbet, çok göç almış ama yine de başka işte. Yaşanmışlığa dair hiçbir şey kaçırmamak için ana yoldan çıkıyorum, küçük ara sokaklara sapıyorum. Daracık sokakta camdan cama konuşan teyzeler beni yabancı görünce susuyor, uzun uzun beni inceleyip, sonra kaldıkları yerden devam ediyorlar dedikodularına. Köşeyi dönüyorum, ter içinde bir oğlan koşarak ayağıma çarpan topu kapıyor, özür bile dilemeden tek kale maçına dönüyor. Babamla yaptığımız maçları hatırlıyorum, sen kızsın demez alırdı beni de oyuna ama ben hep kalede olurdum. Kahvehanelerin önünden geçiyorum, lahmacun fırınlarının, tüpçülerin, televizyon tamircilerinin, yan yana duran camiyle kilisenin. Bir Müslüm baba şarkısı çalıyor, gittikçe yaklaşıyor müzik hem de sonuna kadar açık ses, arkamdan bir korna sesi zıplıyorum yerimde beline takılı küçük radyosu, elinde çevirip durduğu direksiyonla belli ki mahallenin delisi bu. Yol veriyorum. Mutlu ve gururlu yoluna devam ediyor. Eski bir dostu görmüş gibi mutlu oluyorum. Bizim de vardı delimiz. Her sabah annesi temiz pak giydirir salardı sokağa. Ya da o kaçıp kaçıp gelirdi. Akşama kadar o kıyafeti yeniden kir pas içinde kalırdı. Mahallenin çocukları önce korkardık sonra alıştık. Biz çocuktuk, büyüdük o hep aynı kaldı. Sonra da bir anda yok olup gitti. Öldüğünü bile duymadım. Kimse anlatmadı gerçek hikâyesini. Deliydi işte. Adı neydi? Deli Halim mi yoksa Deli Halil mi? Ardından el sallayasım geldi. Çocukluğumla birlikte sen de huzurla yat Deli Halil diyesim.