İsmail, 46 yaşında, evli, üç çocuk babası, Beşyüzevler’de oturan bir muhasebeciydi. Lise bitince dayısının yanında işe başlamış, 28 senedir de bir gün bile aksatmadan işe gidip evine ekmek getirmekten başka tasası olmayan, tekdüze, hatta oldukça sıkıcı bir hayat yaşıyordu. Haftanın beş günü aynı saatte kalkar, evde karısının hazırladığı kahvaltıyı iki bardak demli çay ile bitirir ve 07.35 otobüsünü yakalamak üzere evden hızlı adımlarla durağa yürürdü. Akşam aynı saatte eve gelir, üstünü değiştirir, yemeğini yer, eşi ve çocuklarıyla birkaç kelime konuşur, haberleri izler ve saat 22.00 olmadan da yatardı. İsmail’in büyük şehirde yaşamaktan anladığı buydu, ekmek kavgasından payını alabilmek için çabalamak, aybaşında maaşını almak, bayramlarda mezarlıklar ve akrabaları ziyaret etmek, çocuklara derslerini sormak, eşine yemekten sonra 

“Eline sağlık hanım, yine döktürmüşsün valla… şu pilavı rahmetli annemden bile güzel yapıyorsun” demek, biraz televizyon izleyip gündemi takip etmek, uyumak, ve uyanıp tekrar işe gitmek. İsmail, İstanbul’da yaşamasaydı da hayatı bu döngüden ibaret olurdu. 

Tansu, 24 yaşında, bekar, Ortaköy’de 1+1 minik bir dairede oturan moda tasarımcısı bir genç kızdı. Üniversite yıllarında staj yaptığı tekstil firmasında çalışmış, güzelce de para biriktirmişti. Mezuniyetinden hemen sonra firmanın sahibi Sercan Bey, onu bırakmamış, küçük bir terfi ile tasarım ekibinin başındaki Gülseren Hanım’ın baş asistanı yapmıştı. Tansu’nun tüm ailesi Nevşehir’de yaşıyordu, İstanbul gibi bir metropolde yaşayan ailenin tek üyesiydi diyebiliriz. Genç yaşına rağmen çok yönlü bir kızdı; gitar çalıyor, ayda iki gece Bebek’te arkadaşının işlettiği bir rock barda sahne alıyor, kedisi Suşi ile ilgileniyor ve aynı zamanda bol bol kitap okuyup o minicik evinde arkadaşlarını ağırlıyordu. Tansu’nun İtalyan mutfağına olan merakı üniversite yıllarında başlamıştı, önceleri sadece hobi olarak değişik lezzetler deniyor, arkadaşlarını sıklıkla evine çağırıp mini partiler veriyordu. Sonra büyükşehrin avantajlarını kullandı ve hayranı olduğu bir şefin workshop’una katılarak bu ilgisini bir sertifika ile taçlandırdı. Şimdi ise mesleğinin yanında mutfakta yaptığı yiyecek tasarımları ile insanları büyülüyordu. Tansu, İstanbul’da yaşamasaydı hayatı asla bu kadar renkli, cıvıl cıvıl ve verimli olamazdı.

Burcu, 46 yaşında, hiç evlenmemiş, babasının vefatından sonra annesi ile yaşayan satranç öğretmeni, en fazla 36 gösteren alımlı, hoş bir kadındı. Turizm Otelcilik mezunu olmasına rağmen mesleğini yapmayanlardandı. Doğma büyüme İstanbulluydu, hem de en afili semtlerinden biri olan Bağdat Caddesi’nden. Orta halli bir ailenin çocuğuydu, genç yaşından beri eve yardımcı olmak için abisi ile beraber o da çalışmaya başlamıştı. Abi kardeş pek geçinemeseler de, ailesindeki huzurlu ortam apartmandaki arkadaşlarını da etkilemiş olmalı ki hemen hemen her akşam evlerine bir arkadaşı misafirliğe geliyordu. Burcu’nun babası farklı bir adamdı; neşeli, sözü sohbeti dinlenir, gençlerle ve en çok da çocuklarla inanılmaz iyi anlaşan merhametli bir babaydı.  Vefatı herkesi üzdü ama bu hastalık ve beklenmedik ölüm Burcu’nun hayatında tam bir dönüm noktası oldu. Hayata tutunması, bakış açısı, beklentileri… her şey değişmişti sanki. Bazen battaniyesinin altında kahvesini yudumlarken babasıyla konuşur, ona gününü, üzüntülerini, sevinçlerini anlatır- adeta dertleşirdi. Annesi ile hiçbir zaman bu kadar yakın olamamışlardı, abisi ile de. Varsa yoksa babasıydı onun için. Çok geniş bir arkadaş çevresi yoktu Burcu’nun, iş epey zamanını alıyordu, kalan vaktinde de elişleri ile uğraşmak onu dinlendiriyor, sıkıntılarından uzaklaştırıyordu. Bir de sigarası vardı tabii, bir türlü vazgeçemediği, belki de vazgeçmek istemediği. İstanbul, Burcu’yu son yıllarda boğmaya başlamıştı, ne yapıp edip bir sahil kasabasına yerleşmenin yollarını aramaya koyuldu. Bu yaz aklına koymuştu, geride bırakacaktı bu koca keşmekeşi. Burcu, İstanbul’da yaşamasaydı da olurdu, hatta çok daha iyi olurdu.

Leon, 80’inci doğum gününü kızı ve iki torunuyla yeni kutlamış, oldukça varlıklı bir iş adamıydı. Yaşına bakmaksızın hâlâ aktif olarak çalışmaya devam eden Leon, Bahçeşehir’de küçük bir villada oturuyordu. Gençliğinden beri varlık içinde yüzmesine karşın hiç gösterişi sevmemiş, her zaman aza kanaat etmiş iyi yürekli, yardımsever bir insandı. Hele de dede olduktan sonra yüreği çok daha yumuşamış, varlığını durumu iyi olmayan kişilere yardım için kullanmaya başlamıştı. Hemen hemen her sivil toplum kuruluşunda bir görev almışlığı vardı. Çoğu zaman bağışlarda isminin gizli tutulmasını ister, geri planda kalıp insanların mutluluklarını izlemeyi severdi. Pırlanta işi babasından, babasına da dedesinden kalmıştı. Yıllarca İsrail, Türkiye, Fransa, İtalya arasında mekik dokumuş, ama 60’larından sonra biraz temposunu yavaşlatmaya karar vermişti. Tabii bu kararında kızı Lizzie’nin ve tüm ailenin yüreğini hoplatan minik bir kalp spazmı geçirmesinin de payı büyüktü. Leon doğduğundan beri hep büyük şehirlerde yaşamış, kasaba, köy hayatını fazla bilmeyen bir adamdı. Düzensizlik, keşmekeş, kalabalık, fırsatlar… büyükşehirlere ait her şeyi sevmişti o. 

“Maddi olanakların yerinde olunca metropolde yaşam da keyifli aslında” derdi hep. Leon İstanbul’un tüm nimetlerinden yıllarca faydalandı, hep en iyi restaurantlarda yemek yedi, her zaman masası en özel yerden ayrıldı, manzara hep en iyisiydi, her zaman özel gösterim günlerinde izledi müzikalleri, tiyatroları kendine ait locasından. Her seyahatinde VIP olmanın avantajını kullandı, biricik kızı en kaliteli okullarda eğitimini tamamladı, üzerine Fransa’da yükseğini yaptı. Torunlara gelince, onlar da dedelerinin avantajlı yaşamından paylarına düşeni aldılar. Leon İstanbul’da yaşamasaydı mutlaka başka bir metropolde yaşardı, o küçük yerlere sığamazdı.

İsmail, Tansu, Burcu, Leon… İstanbul’un farklı kesimlerinden, birbirleriyle belki de bir yerlerde karşılaşmış ama bunun hiç farkında olmamış dört karakter. Tek ortak noktaları soludukları hava, içinde yüzdükleri keşmekeş. Bazıları bu şehre kaos diyor, ama bazıları içinse bu kaos bir “yuva”. Farklılıklarımıza rağmen bir olduğumuzda, hikayelerimizi, yaşanmışlıklarımızı hatta isimlerimizi birleştirdiğimizde bazen tatlı tesadüflerle şaşırtır bizi bu şehr-i kaos: İS(mail)-TAN(su)-BU(rcu)-L(eon)