Romanımın gerçek öyküsünü ilk defa burada anlatacağım…
Ankara’nın bozkırla beslenen havasından sonra İstanbul’un rutubeti bana iyi gelmedi. Önce çocukluktan kalan romatizmamı azdırdı. Sonra da ruhumu. Doğru diyorlarmış, havası her gün değişen delişmen bir genç kız gibiymiş İstanbul. Oysa anneciğim denizin olduğu her yer güzeldir derdi. Ama İzmir’i bir başka severdi. İnsanın aklı nereye giderse gitsin hep doğduğu yerde kalıyor demek ki. Babası memur kendi memur babama göreyse memleket demek Anadolu demekti. Tabii gittiği her yere bizi de peşinden sürükledi. Evimiz sırtımızda gezdik durduk.
Hayatımı düzene koyduğumu düşünürken her şey nasıl böyle ansızın alt üst oldu? Onunla ilk karşılaştığımda yüzünün bir yanı yaza, diğeri kışa dönük güzel Eylül’e veda etmek üzereydik. Zayıf düşen bünyem kendine enfeksiyonlardan enfeksiyon seçiyor, bir sabah kalktığımda nefes alamaz, diğerinde dizlerimin üstüne basamaz oluyordum. Bunların hepsi tamam kabul ediyorum, alışık olmadığım şeylerdi. Yeni şehir, onun havası, onun doğası diye geçiştirir, bir şekilde üstesinden gelirdim de bir satır bile yazamamak işte o beni mahvediyordu. Neticede buraya büyük ümitle gelmiştim. Hatta transfer edilmiştim. Art arda gelen kitapların satışları, televizyonda izlenme rekoru kıran dizi senaryom beni buraya getirmişti. Ama neredeyse altı ayın sonuna gelmiştim ve elimde yeni hiçbir şey yoktu. Tükenmiştim. Yeteneksizin teki olduğum fikriyle artık yüzleşmek zorundaydım. Şimdiye kadar yaptıklarımın hepsi tamamen şans eseriydi. Ben bir yazar değildim!
İlham beni terk edip gitmişti. Tıpkı İlhan gibi. Ne kadar komik. İlham ve İlhan. İkiz kardeş gibiydiler ve eş zamanda hayatımdan çıkmışlardı. Tek başıma bir yok oluş yaşıyordum. Söz verdiğim kitabı yayınevine teslim etmem imkansızdı. Her gün bilgisayarı açıyor, karşısında boş boş oturuyor, çalışma masamın üstünde duran takvime bir çizik atıyordum. Tüm yapabildiğim bundan ibaretti. Sinopsis şeklinde hazırladığım yeni roman fikrimin aslında bombok olduğunu anlamamla başladı her şey. Yıllarca harika görünen fikirden şimdi elimde kalan bir hiçti. Yayıneviyle yaptığım sözleşmeye lanetler okudum. Aldığım avansı da geri veremezdim. İstanbul pahalı bir şehirdi. Boğaz manzaralı evimin en fazla bir ay daha kirasını ödeyebilirdim.
Uykusuz geçen bir gecenin sabahı beni bir şey dürttü. Kalktım, sahile indim. Güneş kızıl hareler yaparak gelişini haber veriyordu. Bu kadar zaman sahile neden inmediğimi, denizi neden sadece balkondan izlediğimi düşündüm. Bedenimde yarattığı tüm dertlere rağmen insanı teskin eden bir hali vardı. Hele kokusu harikaydı. Denize paralel yol boyunca yürüdüm. Sonra işte onu gördüm. Sahilde bir ben, bir o, bir de kıyıyı döven dalgalar vardı. Üstünde yeşil bir ceket, başında kırmızı bir eşarpla, ellerini birbirine sımsıkı kenetlemiş oturuyordu. Denizi gözlerini bile kırpmadan öyle bir izleyişi vardı ki sanki görmüyor da içinde kayboluyordu. Ömrü boyunca beklediği manzara ansızın önünde belirivermiş bir ressam gibi heyecanlandım. O benim inci küpeli kadınımdı. Ben de onun resmini zihnimde kelimelerle yapmaya başladım. Bir hikâye yazdım hakkında. Tasvirlerle, kelime oyunlarıyla renklendirdim.
Ertesi sabah yine aynı saatte oradaydım. O da oradaydı. Aynı şekilde uçuşan kırmızı eşarbı başında; dalgın ve düşünceli haliyle yine denizi izliyordu. O ilk gün romanın adını koymuştum. “Denizin Sesi” Onu izledikçe kurgumu genişlettim. O bir varlık olarak karşımda duruyor bana hakkında hayal kurma şansı veriyordu. Kimdi? Nereliydi? Neden her sabah bu kıyıya geliyordu? Denizle alıp veremediği neydi?… Ya da denize anlatmak istediği? Neden hep aynı saat? Çalışıyor muydu? Evli miydi? Sevgilisi var mıydı? Birinden mi, kendinden mi kaçıyordu? Acı mı çekiyor, huzur mu buluyordu? Her gün yeni bir soru ve bu soruya verilen yeni bir cevapla onu yazdım. Satır satır romanım ortaya çıkıyordu. Üstüne yeni bir şeyler eklendikçe gelişti, kendi içinde değişti. Tek değişmeyen şey ilham aldığım varlığın kendisiydi. Onun yüzünü bile görmemiştim. Hep aynı açıdan sırtı bana dönük otururdu.
Nihayet taslak ortaya çıkmıştı. Yayınevine gönderdim. Bayıldılar. Güncel toplumsal sorunları işleyen, çok iş yapacak bir eser ortaya çıkardığım için beni tebrik ettiler. Hatta artık bir editörüm de vardı. Her gün yazdıklarımı akşam ona gönderiyor, üstünden geçiyorduk. Ve nihayet üç ayın sonunda romanım hazırdı. Teslim ettim. Büyük bir rahatlama hissettim. Ertesi sabah yine indim sahile, o yine aynı bankta oturuyordu. İlk kez hareket etti, banktan kalktı yavaş ama kararlı adımlarla az ilerde denize çıkıntı yapan iskeleye doğru yürüdü. Yüzünü o zaman gördüm. Aylardır zihnimde canlandırıp romanda tasvir ettiğim yüzden hiçbir farkı yoktu. Tahayyül gücüme şaştım. Yanına gidip konuşmak istedim. Farkında olmasa da beni bir bunalımdan çıkarmıştı neticede ve ona minnet borçluydum. Bana baktı. Göz göze geldik. Sanki aklımdan geçenleri duymuş gibiydi. Bakışlarıyla karşılaşınca titrediğimi hatırlıyorum. Sonra birdenbire kendini masmavi sulara bıraktı. Çığlık attım, koştum ama yetişemedim. Çoktan derin sularda yitip gitmişti. Ardında hiçbir iz kalmamıştı. Tıpkı romandaki gibi.
Sonra mı? Evet… Ben yaşadığım şokla bayılmışım. Gözlerimi açtığımda hastanedeydim. Yorgunluk, uykusuzluk, stres derinlerde yatan panik atağımı tetiklemiş. Zihin kontrolden çıktığında böyle şeyler olurmuş. Bir süre dinlenmemi tavsiye ettiler. Ama zaten yazma işi böyledir. Farklı bir zaman diliminde, uzak bir alemde, zihninizde yaşattığınız karakterlerle yaşarsınız. Paralel evren kurmak gibi bir şey. Bazen ne buradasınızdır ne orada. Bazen de hep orada. Eve döndüğümde ilk iş kadını araştırmak oldu. Ama hiçbir gazetede intihar eden bir genç kadın haberine rastlamadım. Sonra gerçek apaçık bir şekilde belirdi zihnimde: Kahramanımı ben öldürmüştüm.