“Böyle bir kadın ölmekten utanmaz.

                                                                                                               Ben böyle birisi oldum.”

                                                                                                               Anne Sexton

Yatırıldığı hastanede, kendini kıyıya vurup çekilen dalgalar gibi boşluğa itilmiş hissediyordu. Belki de son bir kez daha denemeliyim diyen zihninin yaptığı oyunları bastırmaya çalışıyor,   bir taraftan da ses çıkarmadıklarının yüzüne tükürülmüş sessizliğini tekrar bozabileceği umudu onu heyecanlandırıyordu.

Perdeden sızan ışık dalgaları oyun gibiydi, bir süre takip etti. Sylvia’yı düşündü, düşündü ve benim defalarca yapmaya çalıştığımı tek seferde başardın, hırsızsın işte diye kızdı içten içe. “Beni tanıyan hiç kimsenin gelemeyeceği bir yerde olmak istiyorum” demişti ya, bu sözlerle kendi hayatının bu kadar bağdaştırmış olması ona olan yakınlığını daha da kamçılamıştı. “Görüyor musun seni tanıyan hiç kimse gelemiyor artık ve Tanrı’nın gazabı içimdeki özgürlükten ne kadar büyük olabilir ki?” diye iç geçirdi. Kendi yalnızlığının ıssızlığına doğru yol almak üzereydi yine. Kuzguni saçlarını tekrar düzeltti, deli okyanus mavisi gözleriyle odasının penceresinden, son kez bir bahçeye baktı. Hastanedekileri düşündü. Ne kadar sessiz ve savunmasızdılar. Hastaların dörtte biriyle ancak konuşabilmişti. Konuştuklarının çoğu ömrünün yarısını bu durumdan muzdarip geçirecekti ancak hiçbirinin bu durumdan şikayetçi olmaması onu rahatsız eden şeylerden birisiydi.

Kendisine hiçbir şey katmayan bu bekleme tankından ayrıldığı için iyi hissediyordu, uykuyla dinlemeyecek kadar yorgundu. Hastanenin girişindeki danışmadan eşyalarını aldı.

“Anne!”

Sesin geldiği yönde doğru yüzünde tebessümle döndü.

“Beklettiğim için özür dilerim. Bugün senin için güzel bir gün. İyi olduğunu ve daha da iyi olacağını biliyorum. Sakın yazmaktan vazgeçme. Yeni şiirlerini okumayı sabırsızlıkla bekleyeceğim. Bol bol yaz. Şimdi hoşça kal.”

“Her şey için teşekkür ederim doktor. Beni dinlediğiniz ve teşvik ettiğiniz için de.”

Kış bir önceki yıldan daha sertti. Biraz hava almak ve yürümek için iki sokak önce inmişti taksiden. Koşar adımlarla evine doğru yaklaştıkça heyecanı artıyordu. Birkaç ay ayrı kalmak ona birkaç yıl gibi gelmişti. Evinin kapısına yaklaşınca derin bir “oh” çekti ve kendini içeri attı. Bir iki dakika kapı girişinde evinin kokusunu içine çekerek öylece bekledi. Her şey bıraktığı gibiydi. Tek tek odaları gezdikten sonra çalışma odasına girdi. Rüzgârın sesi ahşap pencerelerden soğukla birlikte içeri sızıyordu. Aylardır hasretini çektiği, üzerinde bir kısmı sigara yanıklarıyla dolu, sararmış kağıtlarının bulunduğu ceviz masasına yaklaştı. Hepsine küçük bir çocuğun başını okşarcasına usulca tek tek dokundu. Yeni bir yalnızlığa ve içinde delilik dolu sayfalara sessizce “merhaba” dedi. Saatlerce, aylar öncesinde yazdıklarını ve iliştirilmiş notları okuyup durdu.

Gecenin siyahisini yaran ilk ışıklar puslu camlardan içeri dolarken, gözlerinden süzülerek yüreğini kamaştırdı. Kırmızı, üzerinde altın renkli Urartu desenleri olan ipek örtüyü üzerinden usulca çekti. İlk selamını güneşe verdi. “Günaydın”.

Güneş hüzmeleri gözlerine oyunlar yapıyordu. Gözlerini tamamen ona teslim etti. Aslında hiç sevmezdi kışın açan güneşi. Aldatıcıydı, önce ısıtır ama sonra ayazı yakardı.

“İnsanlarda kış güneşi gibi değiller mi?” diye yine kendi kendine konuşarak, elini komidinin üzerinde gezdirdi. Hali hazırda hep baş ucunda bulunan sedef işlemeli kemik tokası ile kuzguni saçlarını gelişi güzel topladı. İçinde gittikçe büyüyen, içten içe kemiren duygu ile ağır adımlarla pencereye yöneldi.

Gözü dut ağacına ilişti.

“Gölgesi nasıl da serinletiyor minik minik uçuşan sinekleri. Aşkın kanı bulaşmış da, kızartmış, karartmış beyazlarını. Salkım salkım aşk kokan dut ağaçları, şimdi ne kadar çıplak ne kadar renksiz…”

Birden ne kadar çıplak olduğunu düşündü. Hele Sylvia gittikten sonra tamamen yalnız kalmıştı.

“Dut ağacının üzerindeki ipek böceği gibiyim.” diye geçirdi içinden.

“İpek böceği de küçücük mini minnacık değil mi?

Gece gündüz durmadan kozasını sarıp da hapsetmez miydi kendini?

Sarıp sarmalayıp, görünmek istemeyen kendisi değil miydi?

Şimdi kozasını yırtan rengarenk bir kelebek gibi miyim?’’

 

Gülümsedi. İçinde var olan şey neden bu denli özlenirdi?

“Acaba kelebekler de dutlardan mı alırdı renklerini?”

Aslında bu sevdiği mevsim değildi ama güneşe yaklaşmanın huzurunu hissetti.

Birden burnuna kokusu geldi. Kokusu güzeldi. O koku işte! Sabahın ilk ışıkları ile odaya dolan koku. Aylardır geceden kurmayı özlediği kahvenin kokusuydu. Hazırdı. Bir sigara yaktı ve kahvenin kokusunu içine çekerek;

“Gök kubbeye zikreden ağaçlara, dallarına tutunan yapraklara ve yaprağın üzerindeki ipek böceğine söz. Bugün Tanrı’ya inat bir öykü yazacağım.” diyerek masasının başına geçti.

Masasını, gıcırdayan sandalyesini, sigara küllerinden kararmış kağıtlarını, ucu kemirilmiş kalemlerini ne kadar çok özlediğini düşünerek, penceresinden saatlerce dışarıda cılız cılız yağan karı seyretti. Kar taneleri gibi uçuşuyordu düşünceler zihninde. Yıllardır bekliyordu. Yıllardır rahat bir nefes alabilmek için; anlaşılmayı bekledi, kızını bekledi, mutluluğu, huzuru, ayılığı, özgürlüğü, kadın olmanın değerini, loş ışıkta ölümü bile bekledi ama hiçbiri gelmedi.

“Gökyüzünü çekiştiren kar taneleri…”diye fısıldadı ve aylardır uzak kaldığı kalemini eline aldı.

“Eteğimi çekiştiren bir çocuk gibi çekiştiriyor ruhum bedenimi… Düşüncelerimi seviyorum ama hayatıma daha fazla heyecan katamıyorlar artık. Yıllardır erkek egemen toplumun kadınlar üzerinde kurduğu baskıya, yalnızlık duygusuna, kürtajın acısından anneliğin şefkatine, şiddet mağdurluğundan ezilenlerin iç dünyasına, terk edilmenin acısından aşkın göz kamaştıran ışığına kadar içimde fırtınalar koparan bu vazgeçilmez arzu ile savaşıyorum ve belki de en kötü yanı beyhude bir çaba olduğunu söyleyen kalbi çürümüş ruhu kokuşmuş bir yığın insanla… Ancak delilikten başka hiçbir şey başaramadım ve artık zor tutuyorum içimde zincirlere vurduğum beni”…

Gün yavaş yavaş solmaya başlamıştı. Gökyüzü kıpkırmızı olmuş, kar şiddetini arttırıp tipiye dönmüştü. Evin içi iyice soğumuştu. Yerinden doğruldu. Önce sobaya birkaç odun atıp, mumları yaktı.  Bir kadeh şarap koydu ve tekrar masasının başına geçti.

Hayatın ağır yükü uyuşmuş kollarında, belki bir annenin göğüslerinde artık dik bile tutamadığı başında kar taneleri gibi birikmişti. Hayatın bu acımasız kollarında, bu koyu, karanlık, sahte kalabalıklar içinde en başından beri yapayalnızdı. Bu yalnızlık içinde öksüz gönlünü teselli edebilecek hiçbir şeyin kalmadığını biliyordu artık.

Şarabını yudumlayıp, sigarasını iyice içine çekti ve yazmaya devam etti.

 

“Aslında her şey aydınlıktan sıyrılıp karanlığa koştuğumuzda, kendi iç sesimize kulak verdiğimizde başlıyor. Üzerimizdeki ne idüğü belirsiz düşüncelerden kurtulup, kendimizi boşluğa savurduğumızda oluyor. Sur’a üfleyip, tüm melekleri azat, ecinnileri de davet edip hepsinin birlikte dans etmesine müsaade ettiğimizde başlıyor. Kıyıya vurup çekilen dalgalar gibi hayatın acıları saklayan köşelerini ihmal etmeden geniş bulvarlarda koşmaya cesaret ettiğimizde başlıyor.”

 

“Ölüm düşündüğümden daha basitmiş.

Hayatın seni iyi ve bütün ettiği gün

Cadıların günahkâr ruhumu almasına izin verdim.

Ölü gibi davrandım

Ta ki beyaz adamlar zehri çıkarıncaya kadar,

Beni kolsuz bırakıp konuşan kutuların

Ve elektrik yatağının zırvalarında yıkayana kadar.

 

O oteldeki gizli ütüyü görmek için güldüm.

Bugün sarı yapraklar soluyor. 

Bana nereye gittiklerini soruyorsun. 

Ben de diyorum ki bugün kendisine güvendi, ya da bugün sadece düştü.”*

 

Kalbimin isyanı dinsin diye aklımı kanatıp durdum ve sürekli acıyı emen gecelerde düşlerimi düşük yapıp durdum. Dönüşü olmayan kirlenmiş ruhların göğe sızıp; Tanrı’yı ele geçirdiği ve umut tünellerinin iyice karardığı bu gök, bir mazot gibi genzimi yakıyor artık ve nefes alamıyorum. Duygularımı kendi ellerimle gömme düşüncesi çok acı veriyor ancak aklım ve ruhum bu yalnızlığı taşıyamıyor.

 

Ahh hayat! Tarifi yok ıstırabını anlatmamın

pimini çektim ruhumun, kıskaçlarının arasında emip duruyorum acıları

panzehiri yok ölümden başka

izi kalıyor tüm yaşanılanların

her gün biraz daha

ölüyorum karanlığında…

 

Yeminler olsun bir daha böyle ölmeyeceğim desem de hep en başa dönüyorum. Bu sefer ölümün kucağında ayrılık olmayacak. Söz.

Yaprağın üzerindeki ipek böceğine söz. Bugün bir öykü yazacağım…

 

*Anne Sexton / “Çifte Görüntü” (The Double Image)