-Çek elini oradan, yemeyeceksen bırak!
Kaşığı bıraktı. Alnına düşen saçlarının arasından kırgın bir şekilde annesine baktı. Elini ağzına götürdü ve tırnaklarını kemirmeye başladı. Babası eline hafifçe vurdu:
-Çek elini ağzından!
Korkarak elini çekti, onu nereye koyacağını bilemedi. Tam karşısında oturup kıkırdayan ablasına öfkeyle baktı. Kaşığı kapıp ona fırlatacağı sırada, babası kaşığı elinden alıp sofraya koydu. Ses etmeden sert bir hareketle saçlarını okşadı. Sofradakilere dönerek:
-Dokunmayın çocuğa… Bu yemeği babam da sevmezdi. Dedesine çekmiş!
Bu konuda dedesine benzemekten sevindi. Hayrandı dedesine. Kendisi doğmadan çok önceleri ölen dedesine dair hikâyelere bayılırdı. Anlatılan her şey ona masal gibi gelirdi. Dedesi Emin Çavuş, cepheden cepheye koşan o kahraman askerlerden biriydi. Onun savaş anılarını “ Makedonya’nun Serez kasabasındayken…” diye lafa girişini, onun tavırları ve telaffuzuyla anlatırken babası, gülerdi büyükler. Bu gülüşte bir özlem, sevgi ve hayranlık hissedilirdi. Ondan kalan İstiklal Madalyası, evin hala en önemli hazinesiydi. Acaba Dedesinden yine bir hikâye anlatacak mı diye babasına bakıyorken, tam bu sırada evin kedisi yersofrasının altına daldı. Kediyi kuyruğundan yakalayarak çekmeye başladı. Kedi, sofranın altından miyavlayarak hızla geri döndü, kuyruğunu tutan elini tırmaladı. Kediyi bırakmak zorunda kaldı. Eline baktı, kanıyordu.
Elinde acıyı hissetti. Alnını cama dayadı. Camın soğukluğu anında alnına yapıştı. Oradan sızıp bedeninin bütününe yayılıverdi. Ürperdi. Pencereden, uykudaki sokağı, sokaktaki kedileri seyrederken, daldığı anılarından sıyrıldı. Geçmişe dolanan düşüncelerini toparlayarak gerçek dünyasına dönüverdi; İstanbul’un Dolapdere semtinde, yaşlanmış bir evin ufacık odasındaki soğuk, karanlık dünyasına. Vakit, belki de gecenin yarısını geçmişti. Sık sık elektriklerin kesildiği günlerden biriydi ve gökte dolunay, sokakları aydınlatma işini, insanları umursamadan üstlenmiş görünüyordu.
Bomboş sokakta sadece kediler vardı. Her biri diğerine karşı temkinli bir şekilde, kendine çiftleşeceği bir sevgili aramanın telaşı içindeydi. Sokağın başında alaca beyaz bir kedi göründü. Peşinde, onunla birlikte koşuşturan birkaç kedi onu kovalıyor olmalıydı. Belki kovalayanlar erkek kedilerdi. Sokakta, hafif eğimli yamaca yaslanmış tek katlı binanın teneke çatısında dalaşan iki tekir, kavgayı bırakarak hızla uzaklaşan sürüyü seyretti. Sonra tekrar miyavlayarak dalaşmaya başladılar. Çevreden birçok kedi miyavlaması ve arada bir devrilen çöp tenekesinin gürültüsü işitiliyordu.
Birden bir kedim olsa diye düşündü. Beyaz, uzun tüyleriyle sokulgan bir kedi… Onun yatağına girmesine izin verir, okşar, mırıltılarını dinledi. Pencerenin yanından ayrılarak geriye dönerken içini ılık bir sevinç kapladı. Dönüşünü tamamlayınca kayboldu bu sevinç dalgası. Yatağının üzerindeki beyaz mendili, beyaz bir kediyi andırıyordu. Kendini daha da yalnız hissettiren soğuk bir kırgınlıkla yürüdü. Mendilini alırken yatağına çöktü. Arkaya, sırtını duvara vererek yaslandı. Duvarın soğukluğu ciğerlerini vurunca doğruldu. Oturduğu yerde yutkundu. Yutkununca açlığını hatırladı. İstanbul Üniversitesi yemekhanesinde yediği öğle yemeğinden sonra bir şey yemediğini hatırladı. Kalktı, dolaba doğru yürüdü. Dolabın kapısını açtı ve hemen kapattı. Dolapta, kuru bir ekmek parçasından başka yenecek bir şeyin olmadığını hatırladı. Sırtını dolaba dönerek tavana bakmaya başladı. Dolabın soğukluğunu duyunca dolaba yaslandığını fark etti. Üşüyordu. Yine beyaz kedi düştü aklına. Sokaktaki kedilerden birini yakalasam diye düşündü. Hemen vazgeçti. Mart ayında kediyi evde tutmak olası değildi. İçinde sıkıntı ve yalnızlık duygusu, el ele vermiş onu bunaltıyordu. Bu sefil hayata fazla dayanamayarak hastalanan oda arkadaşı Ekrem’den henüz haber alamamıştı. Tekrar sağlığına kavuşup yakında döneceğini umuyordu. İhtilal sonrası altmışlı yılların oldukça hareketli toplum koşullarında hayat, kolay değildi. Kredi ve Yurtlar Kurumundan henüz yanıt gelmemişti. Umduğu kredinin bankaya yatacağı müjdeli günlerin hayali, sefalete karşı savaşım direncini berkitiyordu.
Sıkılıyordu da… Yalnızlık ruhumu sıkıyor diye mırıldandı. Kendi kendine ağzından dökülüveren kelimeler üzerinde düşünmeye başladı. Ruh neydi sahi? Beynindeki Türkçe sözcükleri taradı, ayıkladı, içlerinden akla ve mantığa uygun olanları artarda dizerek anlamlı cümleler kurdu. Böylece düşünmüş oluyordu. Ruh için en uygun tanımın canlı olma halinin farkında olunması, yani “bilinçli düşünce” şeklinde bir açıklamanın uygun olacağına karar verdi. Ama yine de pek emin olamadı. Bilinçsiz düşünce var mıydı? Ne de olsa İstanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü öğrencisiydi. Ve en sevdiği hocası: Felsefenin “dildeki kavramlar üzerinde derinleşmek” olduğunu söylememiş miydi? Evet de, böyle ikircikli kalmak onu rahatsız ediyordu.
İnsanoğlunu yarattığı söylenen Tanrının, insanı “diriliş gününde” yargıladıktan sonra, cennete veya cehenneme gönderdiği ölümsüz bir ruh mevcut olamazdı! Dilin kuralları içinde mantıklı düşünceden başka bir şey olmayan ruhun ömrü ise canlı bedenin ömrü kadardı. Aniden üç sene önce kaybettiği anacığını hatırladı. Onun da ruhu yok muydu yani? Yüreğinde derin bir acı ve ona karşı dayanılmaz bir özlem duydu. Ne yazık ki ruh yoktu ve ona tekrar kavuşmasının bir yolu da yoktu! Keşke gerçekten ruh olsaydı diye düşündü.
İçindeki hiçlik duygusu genişledi. Yoksa bu hiçlik ya da boşluk, dışında mıydı? Dayanacak, tutunacak, güvenilecek sağlam bir “Şey” yoktu! Böyle kara- koyu şeyler düşünürken, bulutların arasından sıyrılan Ay’ın ışıkları, pencereden süzülerek ayaklarını ve döşemeyi aydınlatmaya başladı. Başını kaldırıp ona gülümsedi. Onun her zaman gülümseyen yüzünde farklı bir titreşim, kendisinin orada olduğunu bildiğine dair bir işaret aradı. Göremedi. Keşke… Ay beni ve biz insanları fark edebilseydi! Keşke… Doğadaki canlı cansız varlıklar, birbirlerine ne kadar bağımlı olduklarının farkında olabilselerdi. Belki İnsan o zaman, doğada bu kadar yalnız olduğunu hissetmezdi. Gitti, elbiseleriyle öylece yatağa uzandı.
Dolapdere Rum Kilisesinin Saati, gecenin ikisi olduğunu haber veriyordu. İsa’yı düşündü. Ve onun o acıklı ölümü anında Tanrıya yakardığı son sözlerini hatırladı:
-“Eli… Eli… Lama Sabaktani?”
-“Baba… Baba… Beni neden bıraktın?”
Hayal ettiği bu sahne ona hep acı verir, İsa’ya karşı derin bir merhamet duyardı. Haça çivilenmiş -ki bu onda dehşet duygusu yaratıyordu- kan revan içindeki İsa’nın gözlerini göğün boşluğuna dikerek kırgın bir şekilde babasına seslendiğini hayal ederdi. Ve içinde İsa’nın “Babası” Tanrıya karşı derin bir öfke kabarırdı. Acı içinde mırıldandı:
-Zavallı İsa, zavallı adam, Tanrın seni çok önceden terk etmiş, seni yalnız başına bırakmıştı! Sen bunu ancak ölürken anladın… Ne acı!
Öfke bedenine bir uyuşturucu gibi yayıldı. Yavaşça uykuya dalacaktı. Yattığı yerde kıpırdadı, yorganı üzerine çekti. Sol tarafına döndü. Duvara dönmüş haldeki bedeni kıvrıldı, büzüldü, ufaldı ve öylece kaldı.
Bir süre daha orada bekledim. Ben de üşüyordum. Ona sokulmak, onunla uyumak istiyor, bana kızgın olduğu için karşı koyacağını bildiğimden ilişmiyordum. O, beni hâlâ Musa’nın, İsa’nın ve Muhammed’in Tanrısı sanıyordu. Bunca yıldır ben onunlayım, hâlâ öyle sanıyor. Oysa ben onun sözcükleriyle düşünüyor, onun gözleriyle görüyorum. Kısacası ben ondan başkası değilim ki! Bunca yıldır ona bunu anlatamadım. Ve kendi dışında varsaydığı, her şeye kadir bir “Tanrı” aramasının, nafile bir çaba olduğunu ona nasıl anlatacağımı hâlâ bilmiyorum.