Kübra nefes nefese kalmıştı ama tırmanmaya devam etti. Kayanın tepesindeki düzlüğe varmak üzereydi. Elleriyle tutunacak iki çıkıntı daha buldu ve ayağını yukarıya doğru kaldırdı. Uzun siyah pardösüsü kayayla lastik ayakkabılarının arasına girdi. Yapacak bir şeyi yoktu. Ayağını indirip bacağını sallayarak pardösüyü ittirdi.
‘Hazreti İbrahim efendimiz sen bana yardım et’ diye içinden dua etti, bacağını yeniden, bu kez tüm gücüyle kaldırdı. Tam da yerine denk gelmişti. Ellerinin çizilmesine aldırmadan kendini yukarı çekti ve kayanın üzerine oturdu. Pardösü bu kez gövdesinin altında sıkışmıştı ama başarmıştı işte. Aşağıya bakmamaya özen göstererek doğruldu. Pardösüsünün düğmelerini açtı, çelimsiz gövdesini saçtan yapılmış paket kâğıdı gibi saran uzun giysiden kurtuldu. Koşar adım kaleye çıkmak, duvarlardan atlayıp bu kayaya tırmanmak terlemesine neden olmuştu. Elinin tersiyle alnında biriken terleri sildi. Orta parmağıyla kaşlarını şekillendirdi. Komşu kızı Zehra almıştı geçen akşam kaşlarını. Mahallede yeni açılan Palmyra Butik Otel’de çalışmaya başlamıştı. Eski taş konaklardan birini otel yapmışlardı. Yakın diye abisi izin veriyordu çalışmasına. Cımbızı Zehra almıştı. Maaşını abisine teslim etse de bahşişleri kendine saklıyordu. Kübra’nın anası evde bir cımbız görse bütün Haleplibahçe’yi velveleye verirdi.
Kübra elini türbanına götürdü, alışkın hareketlerle eşarbını düzeltti. Bir yandan da, saçlarını Mezopotamya’nın sıcak rüzgârında savurmayı hayal etti. Saçları nice zamandır hapsolmuştu üç kat koyu kumaşların ardına. Sıcak bir alışkanlığa dönüşmüştü yıllar önce. Yeni evleri geleneksel mahremiyet ilkelerine modern malzemelerle inşa edildiği için her gün tandır gibi yanıyordu. Günler boyunca kavruluyordu Kübra. Geceleri çöl serinliği gelinceye kadar uyuyamıyordu damda. Yıldızları izleyip hayal kuruyordu. Geri zekâlı oğlanlar gibi dolar kazanacaktı internetten. Tiktok fenomeni olacaktı. Adana’da yaşamayı hayal ediyordu. Baraja bakan bir ev… Hatta dövmeyen bir koca…
Telefonun sesiyle irkildi. Arayan annesiydi. Nerde kaldığını soruyordu.
Telaş içinde bir yalan uydurdu. “Abdül Abi’de sıra vardı. Kebapçının biri dünya kadar et aldı. Çok bekledim.” Annesi gül suyu almasını isteyince rahatladı. “Neden daha önce söylemedin. Eve varmak üzereydim” diye cevap verdi. Öğleden sonra ‘okuması’ vardı annesinin. Birkaç dakika zaman kazanmıştı. Hazreti İbrahim Efendimiz onu kolluyordu besbelli.
Ayağa kalktı ve günlerdir hazırlandığı metni okumak üzere kamerasının kayıt düğmesine bastı.
“Hepinize peygamberler diyarı Urfa’dan selamlar. Bugün size Züleyha’dan söz etmek istiyorum. Aşağıda gördüğünüz parkın adı Ayn Züleyha… Yani… Züleyha’nın gözü…”
Kalenin hemen dibindeki havuzlu park Balıklıgöl’ün bir parçasıydı ama yine de Ayn Züleyha Çay Bahçesi fıskiyesi, kiralık sandallarıyla parkta farklı bir cazibe alanı oluşturuyordu. Kalenin hemen dibinde, ‘Hazreti İbrahim Efendi’mizin bizzat doğduğu mağaranın’ eteklerinden çıkan bu suyu Kübra’nın bulunduğu kayanın üzerinden görüntülemek için cep telefonundan ziyade uçan bir kameraya ihtiyaç vardı. Buna rağmen Kübra cep telefonunu iyice havaya kaldırıp konuşmaya devam etti.
“Züleyha, Hazreti İbrahim Aleyhisselam’a çok büyük bir aşkla bağlanmıştı. Babasının zalimliklerine binlerce kez şahit olan bu iyi yürekli kız, kaç kez karşı çıkmaya çalışmış ama her seferinde büyük cezalara çarptırılmıştı.”
Kübra konuştukça galeyana geliyor, sesi giderek daha yüksek perdeden çıkıyordu. Kendisi de zalim bir babanın kurbanıydı. Babası Bedesten’de kumaş satan bir esnaftı. Saygın bir ailenin nasıl yaşaması gerektiği konusunda katı kuralları vardı. Evin dokuzuncu ve en son çocuğu olan Kübra’ya bu kurallar hiçbir şekilde hitap etmiyor, sadece o eve ve hayata hapsolmuş gibi bir hisse kapılmasına neden oluyordu. On dört yaşında olmasına rağmen nişanlanmıştı. Damat adayını nişan akşamı görmüş ve tiksinmişti. Boncuk boncuk ter döken bu genç erkek, amcasının kebapçı dükkânında çalışıyor ve belli ki, can sıkıntısını yemek yiyerek tedavi etmeye çalışıyordu. Kübra’nın itiraz şansı yoktu ama belki kaçma şansı olabilirdi. Abilerinin denetiminde olan instagram hesabından farklı olarak “Züleyha’nın Gözü” ismini seçtiği özel bir profil açtı. Günlerdir uyuyamıyor, heyecan içinde oradan oraya dolanıyordu. Sürekli hayal kurarken buluyordu kendini. Başını açmak, saçlarını rüzgârda savurmak, ‘sıradan’ kızlar gibi ‘özgür’ olmak…
Kamerayı tutan eli titriyordu. Başının döndüğünü hissetti. Kuralları yıkmaya çalışmanın getirdiği hazdan ya da üzerine çıktığı kayanın yüksekliğinin neden olduğu korkudan kaynaklanan bu heyecanı çok sevdi. Regl olduğunda annesinden yediği tokattan beri ilk kez kendini canlı, o ‘kutsal’ topraklarla bağlantılı hissediyordu. Binlerce yıllık tarihinde Urfa’da yaşayan milyonlarca kadından biriydi. Belki de Züleyha onda yeniden beden bulmuştu. Astrolog Nurdan Nur reenkarnasyon konusunda çok kesin konuşuyordu. Elinin titremesine aldırmadan kayıt düğmesine bastı.
“Zalim kral Nemrut Urfa, Harran, Ceylanpınar’daki bütün odunları toplattı. Aşağıda gördüğünüz Balıklıgöl’ün bulunduğu yere yığdı. Hazreti İbrahim Aleyhisselam’ı yukarıda bulunan iki direğin arasında yerleştirdiği mancınığa koydurdu.”
Kübra anlattıkça içinde daha önce hiç yaşamadığı bir hissin doğduğunu ve şaşırtıcı bir hızla büyüdüğünü görüyordu. Hayatı boyunca ilk kez konuşuyordu. Urfa’da herkesten yüz binlerce kez dinlediği bu hikâyeyi ilk kez kendi sesiyle anlatıyordu. Kimsenin duymasına da ihtiyacı yoktu. Konuşmak, anlatmak inanılmaz bir ‘yaşam enerjisi’ veriyordu. Nurdan Nur’un dilinden düşürmediği bu lafın ne demek olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu. Titreyen parmaklarıyla videosuna işaret eden küçük kutucuğu ekrana taşıdı ve ucu sağa dönük kırmızı üçgene dokundu.
Ve gözlerine inanamadı. Bu çelimsiz kız kendisi olamazdı. Genç bir kadın gibi hissediyordu Kübra. Çekici bir genç kadın! Karşısında ise telaş içinde bir kız çocuğu duruyordu. Mor türbanı darmadağınıktı. Siyah bandı kaşlarının tepesine inmişti neredeyse. Yanakları iki kırmızı elma gibi parlarken dudaklarındaki kan çekilmiş, yerine yeşil bir sıvı yerleşmişti sanki. Sesini duymak için telefonun hoparlörünü iyice kulağına yapıştırdı. Rüzgâr uğultusunun ardından çığıran sesi ince ve kulak tırmalayıcıydı. Urfa şivesini kapatmak için gösterdiği çaba tuhaf bir aksana dönüşmüştü. Çektiği videoyu hemen sildi, türbanını düzeltti, kayda yeniden başladı. Ses tonuna daha kalın bir hava vermeye çalıştı. Gövdesi farkında olmadan dikleşti.
“Züleyha için yapacak bir şey kalmamıştı. Şu anda üzerinde bulunduğum kayanın üzerine çıktı. Benim yaptığım gibi o da şehre sırtını döndü. O mübarek insanın ateşe atılışını izleyemezdi. Fakat o an gelecekti. Nemrut’un bir el işaretiyle mancınığın ipi kesildi.”
Nasıl göründüğünü unutmaya başlamıştı. Kendine anlattığı hikâyenin içinde kaybolma iznini verdi. Artık kendi hayalinde canlandırdığı bir âlemin içinde yaşıyor… gördüklerini anlatmaya çalışan bir haber spikeri gibi coşku içinde konuşuyordu.
“Züleyha’nın en son gördüğü şey Hazreti İbrahim Aleyhisseselam Efendimiz’in havada uçarak üzerinden geçmesiydi. Onu hayata bağlayan tek şey gözlerinin önünde ateşe atılıyordu işte. Artık yaşayamazdı Züleyha… Kendini bu kayanın üzerinden aşağıya bıraktı. Ne yazık ki, Züleyha Hazreti İbrahim Aleyhiselam Efendimiz’in ateşin ortasında gülümseyerek oturduğunu göremedi. Çünkü o arada Allah Celle Cellahu emretmiş, ateş suya, odunlar balıklara dönüşmüştü. Ve o anda Züleyha’nın cansız bedeninin toprağa değdiği yerden de bu güzel su kaynamaya başladı. Ve herkesin gözleri önünde o su yolunu buldu ve Balıklıgöl’le birleşti. Züleyha öte dünyada âşığına kavuşmuştu.”
Kübra kaydı durdurup göz yaşlarını sildi. Kendini güçlü hissediyordu. Dinleyicilerin kim olduğu umurunda bile değildi. Anlatmıştı işte. Üstelik karşısında saygısızca sözünü kesen babası, ikramlarıyla parazit yapan annesi ve telefonlarıyla oynayarak ilgilenmediklerini açıkça belirten abileri de yoktu. Özgürce anlatmıştı işte! Hesabına girdi ve ilk videosunu neye benzediğine bakmadan yükledi. Bir tek takipçisi bile yoktu sonuçta. Birden geç kaldığını hatırladı. Yeni bir benlik durumunu yaşayan insanların gerçeklerle yüzleştiği o andaki panik duygusu sardı her yanını. Aceleyle pardösüsünü almak için eğildiği sırada dengesini kaybetti. Aşağıya yuvarlanırken aklından bir tek şey geçiyordu:
“Allah’ım, n’olur ekranım kırılmasın!”