“Ufacık bir bahçem olacak.” dedi Müştak Bey. Altmış beşe dayanan yaşı ve müzmin hastalıkları sebebiyle feri sönmüş gözleri ışıl ışıl oluvermişti konuşurken. Koltuğunda iyice geriye yaslandı. Epeyce ağarmış saçlarından alnına düşen perçemi, elinin dört parmağının aralarına sıkıştırarak geri doğru attı.

“İlla evimin önünde olması şart değil. Uzak yakın demeden ufak bir bahçe de kiralayabilirim. Her şeyi planladım. Bir sıra kahvaltılık biber ekeceğim. Yanına bir sıra sırık domates. Birer sıra da patates, patlıcan, kabak da ektim miydi tamam. Köşeye de nane, maydanoz, dereotu, marul, oh değme gitsin keyfime. Fideleri ve tohumları alacağım yeri bile peyledim. Hanım bamya da ekelim diyor ama burada olur mu bilmem. Deneyeceğiz artık. Hele emekli olayım.” dedi. “Otuz sekiz yıl, dile kolay. Her şeyin kaydını defterlere elle yazdığımız günlerden, bilgisayar kullandığımız günlere geldik. Siz bilmezsiniz tabii o zamanları. Belki de ben senin yaşınca bu masada çalışmışımdır Orhan Bey oğlum. Benim küçük oğlan üniversite üçüncü sınıfta bu sene. Seneye mezun oldu muydu, ben de emekli dilekçemi vereceğim aynı gün.” deyip ardından derin bir nefes aldı. Evladı yaşındaki iş arkadaşıyla paylaştıkları odanın penceresinden dışarı doğru daldı gözü.

“Hayırlısıyla inşallah Müştak abi. Gönlünden geçen gerçek olsun.”

Çalan telefonu ikiletmeden açtı Müştak Bey.

Buyurun Nafiz Bey. Yok henüz bitmedi efendim.” Sesi titriyordu. “Haklısınız efendim. Akşam üzerine kadar toparlayıp size imzaya getirmiş olurum efendim.”

Müştak bey telefonu kapattığında gözlerindeki ışıltı çoktan sönmüştü. Bir süre kıpırdamadan oturdu. Masasındaki su şişesinden bardağına su doldurdu. Bir iki yudum içti.  Dirseklerini masaya dayadı. Başını iki elinin arasında alıp neredeyse beş dakika kadar öyle kaldı. Yıllar öncesinin modası olan ince kravatını iyice gevşetti. Hayatında ilk kez amirine yalan söylemişti. Bu iş o kadar sürede bitmezdi ki. İmkânı yoktu. Başı zonkluyor, yavaş yavaş ensesine doğru bir sıcaklık yayılıyordu. Ayağa kalktı. Masasının üstündeki darmadağınık duran dosyaları aceleyle toparlamaya başladı. Telefon yine çaldı. Açmayacaktı. Elleri titreye titreye emektar masa üstü bilgisayarını kapattı. Susmak bilmeyen telefonun zilinin her bir zır sesi birer zehirli ok olup Müştak beyin beynine saplanıyordu sanki. Kalbinin atışını ağzının içinde duyarken, çelik masasının çekmecelerini hızlı hızlı açıp kapatıyor, şahsi eşyalarını toparlayıp masanın üzerine koyuyordu.

Gözlerini açtığında nerede olduğunu anlayamadı. Sırtüstü yattığı ve hiçbir yerini kıpırdatamadığı için, sadece sıvaları yer yer dökülmüş olan bir tavanı görmekteydi. Başının içinde tonlarca demir var gibiydi. O sırada karısı Cevriye Hanım göz pınarlarında biriken yaşları elinin tersiyle silip, yüzüne zoraki bir gülümseme yerleştirerek yanına geldi. Titrek bir sesle “Çok şükür Allah’ıma. Binlerce şükür. Daha iyice misin Müştak?“ diye sordu.

Müştak bey şaşkındı. Cevap vermek istedi ama dili ağzının içinde kilitlenmişti sanki, kıpırdamıyordu. Başına mutlaka bir şey gelmiş olmalıydı. Şöyle bir düşündü ama hiçbir fevkaladelik anımsayamadı. Kafasını yoğun bir sis bulutu kaplamıştı. Tek aklında kalan hiç susmadan zırıl zırıl çalan o lanet telefonun sesiydi.

Burnuna çalınan dezenfektan kokusu ve karısının “daha iyice misin?” diye sormasından, bir hastane odasında olduğuna kanaat getirdi.

“Neden kıpırdayamıyorum peki? Ne ellerimi kaldırabiliyor ne de kafamı oynatabiliyorum. Gövdem sanki yapışmış yattığım yere. Konuşamıyorum da. Ne oldu bana Allah’ım?

Yanına yaklaşan beyazlar içindeki kadın da hemşire olmalıydı. Kadın yatağın tepesindeki askıda duran serum şişesini kontrol ettikten sonra:

“Amca biraz soluna doğru dön bakalım.” dedi. Müştak bey söyleneni anladı, kıpırdanmaya çalıştı ama başaramadı.

“Bir yardım edin de soluna döndürelim amcayı. Böyle hep sırt üstü yatarsa sırtı yara olur.” dedi kadın. Odadakiler de el verince birlikte sol tarafa doğru çevirdiler yüzünü. Pencereye doğru. Gün ışığı direkt gözüne girince Müştak Bey’in gözleri kamaştı. Güneş ışığına alışır alışmaz ilk seçtiği şey ise yemyeşil bir bahçe oldu. İnanılır gibi değildi. Odanın penceresi yıllardır hayalini kurduğu bahçeye bakıyordu. Sanki onu özellikle bu odaya yatırmışlardı.

“İyi de ne zaman emekli oldum ben? Hani daha oğlanın mezuniyetini bekleyecektim? Ne ara emekli oldum da bu bahçeyi yaptım?”

Kulağına Cevriye hanımın ağlamaklı sesi çalındı:

“Hastaneye geldiğimizde kendindeydi. Yatağa yatırıldıktan birkaç dakika sonra gözlerini kapattı ve bir daha açmadı. Çok derin bir uykuda gibi. Bizi işitmiyor, tepki vermiyor. Kaç kez seslendim. Kocam ne zaman kendine gelecek doktor bey?”

Yok daha neler Cevriye. Bal gibi de işitiyorum sizi. Görüyorum da. Ne doktorun sana vereceği cevabı duymak ne de başıma gelecekleri bilmek istiyorum. En çok görmek istediğim yeri görüyorum şu an nasılsa. Ne ara ekip dikmiştim anımsayamadım ama pek iyi etmiş olduğum kesin. Epey de boy atmış fideler. İçimde bir bayram çocuğu sevinci var ki tarifsiz.

“Geçmiş olsun Cevriyeciğim. Ziyaret saati bitti deyip almıyorlardı içeri ama ben saklı gizli giriverdim içeri. Anlatsana nasıl oldu bu iş?”

Meraklı üst kat komşu kadının sesiydi bu.

Allah Allah! Ne oldu yahu bana?

“Küçük oğlanın mezun olmasına az kaldı biliyorsun. Emekli olmak için onu bekliyor Müştak. O gün iş yerinde tatsız bir telefon konuşması yapmış müdürüyle. Yanındaki masada çalışan Orhan beyin dediğine bakılırsa, alı al moru mor olmuş telefonu kapattıktan sonra. Artık işi bırakmayı mı kafaya koydu ne olduysa, eşyalarını toplamaya başlamış. Tam da o sırada oracığa yığılıvermiş. Hepsi bu kadar işte.”

“Ay yazık adamcağıza ya. Bak daha da üzüldüm şimdi. Sigara bile içmezdi. Kendine nasıl da iyi bakardı.”

“Sen kendine üzül dedikoducu kadın. Ölmüşüm gibi konuşuyorsun bir de utanmadan! Ben sapasağlamım. Hem Süpermen gibi güçlü hem de ismiyle müsemma iştiyaklı bir adamım. Kalkıp da ektiklerimin hasadını yapacağım daha. Sen kendi derdine yan!” diyorum demesine de içime de bir kuşku düşmedi değil. Her şeyi duyabiliyorum heyhat “hayır öyle değil de böyle” diyecek olsam, konuşamıyorum. Ağzım boğazıma kadar kupkuru ama bir yudum su verin diyemiyorum.  Kalkacağım diyorum ama bu hantal vücutla bunu nasıl yapacağım hiç aklım kesmiyor. Gözüm sürekli pencerede. Oraya bir an dahi bakmazsam, sanki otuz yıllık hayalim avuçlarımın içinden kayıp gidiverecek gibime geliyor. Her bir fideyi gözümden kıskanıyorum. O da ne? Bahçeme bir domuz sürüsü daldı. Nasıl girdiler oraya? Aman domateslerim… Biberlerim…”

Müştak bey kıpırdanmak, derin derin nefesler almak ve ciğerleri yettiğince yetişin bahçem elden gidiyor diye bağırmak istedi ama nafile.

O sırada kırmızı, uzun bir saten pelerin giymiş bir adam pencereden sokağa atladı. Koşar adım yolun karşısına geçti. Ne koşar adımı, uçar adım geçti. Karşı kaldırımdan gökyüzüne doğru yükselirken savrulan pelerinin altından göğsündeki kocaman S harfi görünüyordu.