“Bu duvarların arkasında ne var baba?”

“Bir bahçe oğlum”

Yüksek duvarlar vardı. Taş duvarlar. Biraz kararmış, düzensizce döşenmiş ama sağlam, bir yetişkinin bile içeriyi göremeyeceği yükseklikte. Babamın elini sıkı sıkı tuttum, duvarların ardında ne olduğunu merak ediyordum. Fakat babam fazla bir şey söylemeye niyetli değildi. Adımlarını sıklaştırdı. Sessizce duvarlar boyunca yürüdük. Duvarlar kadar yüksek, siyah bir demir kapıyı geçtik. İçeriyi görebileceğim bir delik ya da parmaklık yoktu. Simsiyah, iki kanatlı, geniş bir demir kapı. Bazı yerleri paslanmış. Üzerine ağır bir  demir kilit takılmış. Gözüm kapıda kalmış, babamın hızlanan adımlarına uymaya çalışıyordum. Yolculuğun geri kalanı suskun ve neşesiz geçti.

Eve gittiğimizde portakallı kek kokuları  odayı doldurmuştu. Elimizi yüzümüzü yıkayıp hemen mutfak masasına kurulduk. Annemin hazırladığı çayla keki gülüşüp şakalaşarak yedik. Bu kadar eğlenecek ne bulurduk o zamanlar bilmem. Ama çocuk kalbim mutlulukla dolardı eve geldiğimde. Etrafta bir çocuğun bayılacağı her şey vardı. Uçak maketi, oyuncak trenler, parlak yaldızlı biblolar, kurşun askerler, bir de kocaman tablolar. Tablolarda geniş ormanlık alanların içinde süzülüp giden dereler, akan suyun girdapları arasında görünen kayalar, dalları suya değen ağaçlar, dökülmüş yapraklar vardı. Doğayı evin içinde hisseder, huzur bulur, hayaller kurardım. Bir de babamla dama oynardık. Büyük bir dama tahtamız vardı. Ya da bana büyük görünürdü o zaman. Babam ara sıra dikkatsizlik yapar, kazanmama izin verirdi. Bizim dünyamız buydu.

Çaydan sonra odamda yapacak çok işim olurdu. Oyuncaklar, kitaplar.. Ama bu sefer aklım bahçedeydi. Duvarlar çok iç karartıcıydı. Sonra kilit. En son ne zaman birisi açmıştı o kilidi? Bahçe terkedilmiş gibiydi. İçeride eski bir köşk, dökülmüş yapraklarla dolu yollar, kurumakta olan ağaçlar olmalıydı.

Babam kendi dükkanına giderken beni de yanına alırdı zaman zaman. Ya da ben öğleden sonra okul çıkışı onun yanına giderdim ve eve birlikte dönerdik.  Dükkanda babamı çalışırken seyreder, tamir edilmeyi bekleyen küçüklü büyüklü saatlere, sarkaçlı duvar saatlerine bakardım. Hele içlerinden biri vardı ki, hava durumunu gösterirdi. Ya şemsiyeli bir adam ya da yazlık kıyafetiyle bir kadın, öne çıkardı. Babam gözüne taktığı büyütücü mercekle çarklarla vidaları hassas bir şekilde ayarlarken ve tekrar tekrar kontrol ederken, ben de büyüyünce saat tamircisi olmak isterdim.

Sonradan hatırladım. Babam o yoldan hiç geçmezdi. Her zaman geçtiğimiz yol kapalıydı, bir kalabalık toplanmış gösteri yapıyordu.  Biz de yolu uzatıp o ıssız sokaktan geçmek zorunda kalmıştık. Sokak boyunca uzayıp giden taş duvarları daha önce hiç görmemiştim. Aslında o duvarlara benzeyen duvarlar da görmemiştim. Karanlık duvarlar. Duvarların karşısında birkaç bakımsız iş yeri vardı. Terkedilmiş gibi. Bir iki yaşlı usta, gelen geçene bakmadan çalışıyordu. O gün babam sanki kaybolacakmışım gibi elimi sıkı sıkı tutarken, ben de daha önce hiç görmediğim o sokağı aklıma kazıyordum. Bir de o kilitli siyah demir kapıyı.

Bir gün mutfakta ders çalışırken annem günümün nasıl geçtiğini sordu. Laf arasına duvarları sıkıştırmak için çok uygun bir zamandı.

“İyi geçti. Arkadaşlarla yakar top oynadık. Öğretmen de ödevlerimi beğendi.”

“En çok hangisini beğendi?”

“Yazdığım bir yazıyı beğendi.”

“Ne yazmıştın? Okur musun bana?

“Hemen getireyim.”

Koşa koşa merdivenleri çıkıp odama daldım. Çekmeceye sakladığım yazıyı aldım. Elimdeki bir sayfalık  öyküyle geldim.

“Dinle anne. Bu bir bahçenin hikayesi”

Annem gülümsedi. Merakla okumamı bekliyordu.

“…. Babamla bir yoldan geçtik. Orada gizli bir bahçe vardı. Yüksek taş duvarları ve siyah demir kapısı olan bir bahçe.”

“İçini çok merak ettim. Ama babam hiç bir şey anlatmadı. Belki sen anlatırsın.”

Annem şaşkınlıkla kızgınlık arasında bir an durdu.

“Oradan niye geçtiniz? Ya başınıza bir şey gelseydi?”

Yanıma çömelip bana sarıldı.

“Uzun kaldınız mı orada?”

“Yok. Sadece geçtik işte.”

Annem derin bir nefes aldı. Konuyu değiştirmek istedi.

“Peki oku bakalım yazdıklarını.”

Okumaya başladım. Aslında yazı bitmediği için yarısını uyduruyordum. Ama annem iş yaparken farkına varmadı. Ondan bir şey öğrenemeyecektim.

Akşam babam eve geldiğinde uslu çocuğu oynayarak onu konuşturmaya karar verdim. Artık bu sır küpü tavırlardan sıkılmıştım. Babam gazetesini okurken yavaşça yanına yaklaştım.

“Baba, o sokaktan niye geçtik?”

Babam şaşkınlıkta gazetesinden başını kaldırdı.

“Nereden geçecektik peki?.”

“Ama anneme söyleyince çok korktu.”

Babamın gözleri annemi aradı ama her zamanki gibi mutfakta iş yapıyordu.

Babam zor bir karar vermek üzereydi. Beni yanına oturttu. Gözlerimin içine baktı. O anda taşıdığı duygu yükü anlatılmazdı.

“Bir amcan olduğunu sana hiç söylemedik. Değil mi?”

“Amcam mı vardı?”

Babamın gözleri doldu, kısa bir süre önüne baktı. Yutkundu. Sonra başka bir zamanda yaşar gibi anlatmaya başladı.

“Artık büyüdün. Dinle o zaman.”

“Çocuktuk. Her zaman o sorduğun bahçeye gider, ağaçların arasında koşar, saklambaç oynar, dalından meyveler yerdik. Kocaman bir bahçeydi. Bir de köşk vardı içinde. Çok güzel bir ahşap köşk. Sahipleri bizi çok sever, bize kekler, bisküviler, meyve suları verirlerdi. Bazen başka arkadaşlarımızla da gelip oynardık. Çocuk çetesi gibi. Bizi hiç merak etmezlerdi. Emniyette olduğumuzu bilirlerdi. Sonra bir gün yaşlı teyze düştü, sakatlandı, bir daha kalkamadı. Geçip gitti. Yaşlı amca da kendi başına yapamadı. Bir süre sonra aklını da yitirdi. Oraya pek de tekin olmayan adamlar geldi. Ne işle uğraştıklarını bilemiyorduk ama sanırım bizi orada görmeyi artık istemiyorlardı. Çocukça bir merakla çekinerek bahçeye gittiğimiz olurdu. Ama annemle babamdan gizlerdik çünkü bu yeni sahipler onlara tehlikeli görünürdü. Çocuk aklımızla neden öyle düşündüklerini de bilmezdik.”

“Bir gün yine bahçeye gitmeye kalktık. Bu sefer bizi korkunç görünümlü kara köpekler karşıladı. Zincirlerinden kurtulmuşlardı. Havlayarak üzerimize koştular. Kaçmaya çalıştık. Amcanın ayağı burkuldu ve düştü. Ben birkaç adım öndeydim. Onu kurtarmaya koştum, kaldıramadım, sürüklercesine çekmeye çalıştım. Bu arada köpekler bana da saldırmaya başladı. Yerden bulduğum kalın bir dal parçasıyla kendimi korumaya çalıştım. O sırada köpeklerin gürültüsüne köşkten iri yarı, adaleli, karanlık bakışlı, kara giysili  bir adam çıktı. Sert bir sesle köpekleri geri çağırdı. Bizi bırakıp gittiler. Fakat amcanın yaraları kanıyordu ve hareket edemiyordu. Çelimsiz kollarımla onu sokağa kadar güçlükle taşıdım. Köşkteki hiç kimsenin umurunda değildik. İki çocuk ağlıyor, kanlar içinde yardım arıyorduk. Sokaktan geçen bir adam ikimizi eve taşıdı. Annem bizi görünce perişan oldu. Gözyaşları içinde hastaneye koştuk. Benim yaralarım iyileşti. Fakat amcanı kanamadan kaybettik.”

“O günden sonra o sokaktan geçmedim. Amcanın ölümünü de düşünmek istemedim. Hiç kimseyle olan biteni konuşmadım. İçimde hep kanayan bir yaraydı. O benim her şeyimdi.”

Babam bana baktı. “Şimdi de sen her şeyimsin.”

Annem mutfağın kapısında durmuş, gözlerini siliyordu. Elinde birbirine sarılmış gülen iki erkek çocuğun solmuş bir fotoğrafı vardı.

Babama sıkı sıkı sarıldım. Yanağına bir öpücük kondurdum.

“Sen de benim her şeyimsin”

Kaybetmiş olduğum bir amcam vardı artık.