İş görüşmesi güzel geçmişti. Özgeçmişim iyi idi. İki dili C2, üçüncü dili A2 seviyesinde biliyordum. Çift fakülte mezunuydum. Yurt dışı deneyimim vardı. Yüksek maaşlı bu işi almak üzereydim. İnsan kaynakları yetkilisi son görüşmede bileklerime bakarak: “Bileklerinizdeki izler?” dedi sorgulayan bir ses tonuyla. Onun beni Müslüm Gürses’in fanatik bir hayranı sandığını, bu yüzden, ya da başka bir sebeple bileklerimi jiletle kesmiş olabileceğimi düşündüğünü anladım. “Bu izler bir trafik kazasında oldu.” açıklamasını yapmak zorunda kaldım.
Yan dönmüş arabanın kırık camından dışarı ancak birkaç dakika uğraştıktan sonra çıkabiliyorum. Dirseklerimle bileklerim arası yaralı. Kan sızıyor. Kafamda şişlik var. Acı ve ağırlık hissediyorum. Tam arkamı dönecekken Zucker’ın kesik kesik hırlamalarını duyuyorum. Ellerimi uzatıyorum: Sıçrıyor. Kucağıma alıp bakıyorum. Görünürde yarası yok. Fakat şokta gibi acıyla bakıyor. Uzun uzun okşuyorum: “N’aptım ben Zucker? Sen de yanımdaydın değil mi?” diyerek. Bakıyorum. Arabanın arka camı çatlamış. Issız bir yol. Neredeydi burası? Uzun bir bekleyiş bana beklemenin faydasızlığını durağanlığıyla kanıtlıyor. “Gidelim Zucker. İkimiz de çok korktuk! Biraz su içsek iyi olurdu şimdi.” diyerek arabaya bakıyorum. Fakat su şişesini almak için kırık camdan içeri girmek, çıkmak çılgınlığını göze alamıyorum. Algım körelmiş gibi. Nereye çarptım, nasıl oldu hatırlayamıyorum. Cinsini bilmediğim kalın gövdeli bir ağaç arabayı frenlemiş olmasa o an hayatta olamayacağımın kesinliği aşağıdaki manzaraya bakınca beni çarpıyor! Bir suçlu gibi yarı utançla saatime bakıyorum. Yanımda başka biri var mıydı? Balın yanımda mıydı? Tanrım, o emniyet kemeri takmaktan hoşlanmazdı. Eğer arabada yanımda oturuyorduysa kesin kırık camdan fırlayıp aşağıya düşmüştür! Kalbim öylesine hızlı çarpıyor ki gözlerimin ıslaklığını algılayamıyorum. “Böyle şeyler filmlerde olmaz mıydı Zucker?” diye soruyorum. Birkaç kesik, acı havlama… Panikle az ileri üç beş adım yürüyorum. Başımı aşağıdaki karanlık boşluğa doğru uzatıyorum. Hayır. İyi seçilmiyor. Birkaç karartı var ama ne olduğunu seçemiyorum. Boşluk derinleştikçe ve daraldıkça renkler koyulaştığından seçicilik olanaksızlaşıyor. Camdan fırlayıp oraya düştüyse, yaşıyor olma ihtimali var mıdır? Onu kurtarmak için oraya nasıl inebilirim? Balın arabada değildi ise bu vakit kaybı olur ve bu ücra noktada geceyi geçirmek zorunda kalabilirim. Ah cep telefonum! Arabaya yaklaşıyorum. Bakınıyorum, yok. “Az bekle Zucker! Telefona ulaşmam lâzım!” Çılgınlığı göze alıyorum. Kırık camdan içeri girmeye çalışıyorum. Pantolonum yırtılıyor. Bacağımda yeni kesiklerle girdiğim arabada yanlamasına durmaya çalışarak telefonumu arıyorum. Sol arka köşede buluyorum. Ekranı kırılmış. Telefon çarpışma anında fırlayarak arka camı çatlatmış olmalı diye düşünüyorum. Tanrım neler oluyor? Yürümek zorundayım. Merkezi bir noktaya ulaşmak zorundayım. Yürürken sol ayak bileğim acıdığından fazla hızlanamıyorum. Bir suçlu gibi, külçe gibi, adımlarımı sürüyerek ilerliyorum. Kırgın anlarında sitemle bakan iki güzel göz beni izliyor: “Özür dilerim Balın!” Baldırlarımda kan izleri… Başım kazan… Kurşuni bir caddede yürüyorum. Yol kenarında birkaç karışlık arsız otlar. Rüzgâr üst düğmeleri açık gömleğimin değdiği yerleri yakıyor. Zucker yanımda inançla sektiriyor. Duraksıyorum. Onun yumuşak tüylü başını okşuyorum. Cam gibi bal rengi gözleriyle bakıyor. Etrafta bir bina, bir motorlu araç bulma ümidiyle bakınıyorum. Yok…Ufuk çizgisi gittikçe kararıyor, karardıkça kasveti kurşuni bulutların üstüne düşüyor. Yönüm doğu… Başımı kaldırıyorum. Kurşuni bulut kümeleri kuzey doğuya akıyor. Dünya mı kayıyor, bulutlar mı? Akşamları gülerek kapıyı açışı, “Hoş geldin!” deyişindeki eksilmeyen coşku. Doğum günlerinde onun zarif elleriyle pasta kesişi aklıma geliyor. Kırmızı geceliğiyle, yatak odasında beni uyutup, bir suçlu gibi gizli kitap okuyuşu… Ah Balın… Yüksekteki kuşların kayan kara lekeleri bu soğuk döngüyü az da olsa ısıtıyor. Önce eski bir köprüden sonra bir refüjden geçiyorum. Bedenim hızıma rağmen gittikçe soğuyor. Kurşuni bulutlar gitgide koyulaşıyor. Üşüyorum. Yorulan Zucker’ın nefesinden buhar çıkıyor. Nihayet ilerde bir ışıltı görür gibi oluyorum. Yüreğime çöken fenalığı bastırmamı sağlayan umut güç veriyor.
Bir ev mi, otel mi? Çiftlik mi? Artık ne olursa olsun. Sıcak mevsimleri düşünmeye çalışıyorum. Sıcak ülkeleri… Güneşi…Kulaklarımda gittikçe artan bir uğultu. Biz yaklaştıkça ışıltının mesafesi uzuyor mu? “Bayağı uzakmış.” Yere çökmekten korktuğum anda bir motor sesi duyuyorum. Umutsuzca yaralı bileklerimi sallıyorum. Araba duruyor. Yaşlı bir çift. Durumu hemen algılıyorlar. Gün görmüş geçirmiş olmak ayrı bir değer. Onlara ayrıntı vermeden önce hayatı yaşlanmış olarak yaşamanın güzel olabileceği aklıma geliyor. Belirsizlikleri arkada bırakmak… Dünyayı ve yaşamı tanımış olmak… Gerçekleri çıplaklığıyla keşfetmek…
Gençken bitmeyeceği sanılan sevinçlerin, kederlerin, heveslerin, hasretlerin ve en önemlisi yanılgıların biteceğini bilmek. Hayatı ve insanı çözmek hoş bir şey olmalı diye geçiyor içimden. Bize karton bardakla su veriyorlar. Adam benim nerede kaza yaptığımı, ne kadar yürüdüğümü öğrenmeye çalışırken kadın arkaya dönerek bana temiz peçete rulosunu uzatıyor. Sonra patilerini uzatan Zucker’ı okşuyor. Minnetle teşekkür ediyorum. Araba yola devam ediyor. Işıltı olan yer benzinciymiş ama bizi orada bırakmaya yaşlı adamın vicdanı el vermiyor. “Sizi şehir merkezine, hastaneye bırakalım. Nasılsa yakınından geçeceğiz. Üç beş kilometre fazla yapsak ne çıkar canım?” diyor gülümseyerek. Acıyan bacaklarımdaki kanı peçeteye silerken: “Önemli bir problem var.” diyorum. Kulak kesiliyorlar. “Düşüncelerimi toparlayamıyorum.” diyorum. “Eşimin kaza anında arabada olup olmadığını hatırlayamıyorum. “Telefonum kırılmış. Aslında hemen aramak istedim onu…” Şaşırıyorlar. Yaşlı kadının kaşları şüpheyle çatılıyor. “Emin olun etrafa çok bakındım ama pek iyi seçemedim. Ağaçlık, uçurum gibi bir yerdi.” Bu sözlerim yaşlı çifti yeni bir tecrübeyle karşılaştırır gibi kısa bir an bakışıyorlar. Kadın “Dönüp bir araştırsak mı, kaza yerini bulabilir miyiz Vasfi?” diye soruyor eşine. Çantasından telefonunu çıkarıyor. Bana uzatıyor: “Eşini ara oğlum!” diyor. Hatırlamadığıma inanmış görünüyor. Balın’ın numarası önce aklıma gelmiyor. Panikle yutkunuyorum. Ne kadar teslim olmuşum dijital tuşlara… Birkaç yanlış denemeden sonra numara aklıma geliyor. Telefonun çalan sesi öyle güzel ki fakat o birkaç saniye uzun. Kulaklarımın uğultusuna karışık bir kalp çarpıntısı… Yaşlı çift de sanırım dua mırıldanarak kulak kesilmiş… Telefon açılıyor. Balın’ın ahenkli, güzel sesini duyuyorum: “Alo hayatım. Nasılsın? Yolculuğun nasıl geçiyor.” “Alo canım…İyiyim. Seni çok seviyorum! Sen iyi misin?” “Evet. Hayrola, sende bir şey var!” “Yok, yok, iyiyim. Yarın gece evde olmayı umut ediyorum.” Yaşlı kadın telefonu benden alırken gözleri doluyor. “Yanımda yokmuş şükür!” diyorum mutluluk gözyaşlarımdan utanarak.”
İnsan kaynakları yetkilisi gülümsedi. “Tamam, sözleşmeyi imzalayabilirsiniz.” İmzaladım. “Hayırlı olsun Togan Bey.” diyerek sağ elini uzattı. Tokalaştık. Mutlulukla oradan ayrıldım. Balın’a müjdeyi vermek için sabırsızlanıyordum.