Henüz yatağımdan çıkmamıştım. Kapının zili acı acı çaldı. Uyku sersemi gidip kapıyı açtım. Karşımda iri cüssesiyle kötü bakışlı kayınbiraderim. Silahını kafama dayayıp saydı tek tek şartlarını. “Bugünden tezi yok, önce gidiyoruz noterden bana bir vekâletname veriyorsun!” dedi “Sonra da defolup gidiyorsun bu şehirden. Bir daha geriye döndüğünü ve kardeşime yüz metreden fazla yaklaştığını duymayayım, işte o zaman vay haline! Seni önce gebertirim, sonra da cesedini parçalar, hayvanların önüne atarım!” diye devam etti tehditlerine.
Buna hiç hazır değildim. Aklımın ucundan bile geçmemişti. “Buraya kadarmış” dedim. Sonunda tüm foyam ortaya çıkmıştı. Demek ki doğruymuş, çekirge bir sıçrar, iki sıçrar sonunda yakalanırmış. Karım olacakla, fazla değil, beş ay önce bir barda tanışmıştık. Ben zaten birkaç ünlü barın müdavimiydim o zamanlar. Yaşım geçiyor telaşına düşmüş kadınları; bakışlarından, ürkek adımlarından, acemice saklamaya çalıştıkları tedirginliklerinden şıp diye tanırdım ben; hem de metreler ötesinden. Derdim, gidip iki tek atmak veya biriyle iki lafın belini kırmak değildi asla. Kadınlar gelip kucağıma gönüllü düşerdi hep. Beni evlerine alır, bir süre misafir eder, icabında yataklarını da paylaşırlardı. Böyle yaşamak en zahmetsiz olanıydı, herhangi bir işe girip dirsek çürütmeme gerek yoktu. Bu kadınlar var ya, yeri gelir cebime harçlık bile koyardı, altıma arabalarını verir veya rüyamda bile göremeyeceğim yerlere beni tatile götürürdü. Çok şanslıydım ben. Nasıl olmasın ki? Yakışıklılık deseniz bende, yılanı deliğinden çıkaracak tatlı dil de. Sanki ağzımdan bal damlıyordu. Kadınların bir nebze olsa yalnızlıklarından sıyrılmak için geldikleri, uğultulu, yoğun sigara kokan ve taze ümitlere gebe o barlarda her akşam başka bir kadın ağıma düşerdi. Girdiğim herhangi bir ortamda kadınların baş tacıydım ben. Gençtim, hoştum, hele gözlerimin şu mavi rengine hangi kadın tav olmazdı, düşüp içinde kaybolmazdı? Ta ki o aptal kazaya dek. Hiç olmadık bir yerde ve zamanda düşüp kendimi iki büklüm etmeyi başardım. Yürürken artık eskisi gibi dik duramıyor, üstelik hafif de sendeliyordum. Çaptan düşmüş, av bulmakta zorlanıyordum. Tamamen iyileşmemse bir mucizeye kalmıştı.
O akşam, her zamanki gibi barda oturmuş gözüme birilerini kestirmeye çalışıyordum ki o girdi içeriye. Balıketinde, esmer, orta boylu, çirkince bir kadındı. Kalabalıkta kaybolmuş bir hali vardı, ölesiye tedirgin ve ürkekti. “İşte,” dedim “yeni avım da geldi!” Ne güzeldi başlarda. Daha ilk gece beni evine götürdü. Uzunca bir süre yedirdi, içirdi hatta hediyelere boğdu. Sonra da tutturdu “İlla bu işin bir adını koyalım!” diye. “Yaşım geldi geçiyor, bir yuvam olsun!“ demez mi! ”Kendine ait bir evin var, kocaman bir şirkette müdürsün, belanı mı arıyorsun?” diyemeden nasıl olduysa kendimi nikâh masasında buldum. Zaten ağrılarım artmıştı, bana bakacak biri lazımdı. Üstelik karışanımız görüşenimiz de olmayacaktı, ailesi başka bir şehirde yaşıyordu. Bulunmaz bir şanstı bu. Halimden memnundum. Tezgâhımı iyi bir yere kurmuştum. Artık istese de beni kapı dışarı edemezdi. Hayat boyu bana bakmak zorundaydı. Nikâhlı karım değil miydi?
Henüz üç ay mı ne geçmişti evliliğimizin üzerinden, ben o güne dek ağrılarımı bahane ederek hiç işe gitmemiştim. “Ne zaman işe döneceksin?” diye soran karımı sürekli “Şimdilik raporluyum, bakalım doktorum ne zaman çalışmama izin verecek” diye savuşturuyordum. Yalanımın ortaya çıkması uzun sürmedi. Bir akşam hışımla girdi eve. Karşıma geçip bana diklendi “Sen başından beri bana yalan mı söyledin?” diye. “Ne yalanı? Anlamadım” diyerek aptala yattım. Bir türlü susmak bilmedi, makinalı bir tüfek gibi, konuştukça konuştu. Karımın çokbilmiş bir arkadaşı vardı. Ona anlatmış güya durumumu, çok üzülmüş halime. O da demiş ki “Emin misin kocanın o şirkette müdür olduğuna?” ve devam etmiş “bu koşullarda hiçbir şirket böyle uzun süre işe gelmeyen birini tutmaz“ diye. Benimkinin içine kurt düşmüş. Ne vardı öyle araştıracak, telefonla orada o isimde birinin çalışmadığının söylenmesine rağmen, kalkıp bir de şirkete gitmiş. Neymiş efendim yetkililere de teyit ettirmesi icap etmiş. Ne iş yaptığımı soranlara epeydir o çok ünlü şirkette pazarlama müdürü olduğumu söylüyordum, kimse de şüphelenmiyordu haliyle. Zira pazarlamacılık bana en yakıştırılan meslekti.
Karım akşam gelip beni sabah bıraktığı gibi bulduğu için mi daha da şüphelendi acaba benden? Buna da emin değilim. Ben hatayı nerede yaptım? Anlattıkları doğru muydu? Arkadaşı mı sokmuştu içine bu şüpheyi? Oysaki hayatım nasıl da güzeldi! Karım işe gittikten sonra televizyonun karşısına kuruluyor, o kanal senin bu kanal benim programdan programa gezinip duruyordum. Yediğim önümde yemediğim arkamdaydı. Üşeniyordum dolup taşan kül tablasını bile kalkıp boşaltmaya. İki bardağı, bir tabağı alıp mutfağa götürmeye. Akşamdan hazırlanmış yemeklerin çoğunu yiyip bitiriyordum. Sımsıcak bir ev, akşamlarıysa yatakta gönlümü yapmak için çabalayan bir kadın. “Daha ne isterim ki ben bu hayattan?” derken gidip kafayı o kayaya ben fena tosladım.
Utanmasa, biraz da güçlü kuvvetli olsaydı üstüme yürüyecekti. Kulak tırmalayan çatal sesi öfke doluydu “Hiç mi utanmadın bana yalan söylerken” dediğinde. Utanacak ne vardı ki? Ama yine de anlatamazdım kim olduğumu; sevgi arayan saf ve yalnız kadınları kendime âşık ederek nasıl şahane bir geçim yolu bulduğumu. Ama çok ısrar etti, fena kurcaladı. İçimi oydu. Bir an olsun susmak bilmedi. Üstelik suçladıkça suçladı beni. Sanki o beni değil ben onu nikâh masasına oturmaya ikna etmişim gibi. “Allah, Allah!” dedim “sen kendini ne sanıyorsun, aptallığına doymayasın! Ben senin neyine bakayım? Bundan sonra böyle Şule Hanım, işine gelirse; sen çalışacaksın, ben yiyeceğim!” Durdu bir an. Sanki ne dediğimi idrak edemedi, anlamsız bakışlarla yüzüme baktı. Bense devam ettim kaldığım yerden “ Oh mis gibi, şehrin tam kalbinde bir ev, sımsıcak, kaloriferleri yanıyor, suları akıyor, deniz manzarası da cabası. Bundan sonra böyle ben ne dersem o olacak, sen çalışacaksın, ben yiyeceğim. Bana bakacaksın nikâhlı karım değil misin benim? Beni artık ne atabilirsin ne de satabilirsin!”
O akşam bana küstü. Eh, ne güzel! Birkaç gün surat asar. Sonra cazibeme dayanamaz, yine gelir bana sarılır düşüncesindeydim. Ama hiç de umduğum gibi olmadı. Tutturdu ”Boşanalım, ben artık seninle olmak istemiyorum” diye. Amma da üsteledi bunu. Sonunda dayanamadım, suratında birkaç tokat patlattım. Nihayet sustu. Korktu ve kabullendi. Sevindim.
Meğer boşunaymış ümitlenmem. Gitmiş ağabeyine telefonda anlatmış başına gelenleri, bahtsızlığını, benim söylediklerimi, yalanlarımı. Ağlamış bir de, iki gözü iki çeşme. “O iş bende, sen hiç merak etme” demiş ağabeyi “Benden boşanmak istemiyor” dediğinde karım. “Görelim bakalım el mi yaman bey mi yaman?” diye cevaplamış kayınbirader. Bunları bana kendisi anlattı, evi basıp kafama silahını dayadığında.
O vekâletname verildi, o şehir terkedildi, belim iyileşti ancak geçmişin izleri hiç silinmedi çünkü o silah soğuk ve yalnız gecelerimin hâlâ yegâne kâbusu…