– Buradaydı diyorum sana, tam da burada!
– Tamam da yok işte; görmüyor musun?
– Görüyorum elbet. Henüz kör olmadım, şükür! Daha bir saat var yok, kendi ellerimle çıkarıp koydum şuracığa.
– Uçmadı ya annem? Olsa, olurdu burada!
– Ne yani? Yalan mı söylüyorum?
– Ne münasebet, belki başka bir yere koymuşsundur?
– Hah, şimdi de bunak oldum, yani!
– Allah, Allah! Nereden çıkarıyorsun bunları, sabah sabah? Öyle mi dedim, ben şimdi?
– A, hiç der misin sen, prenses hanım?
– Merak etme annecim, hepimiz yapıyoruz bunları. Bir tarafa koyup sonra unutuyoruz, yanlış hatırlıyoruz. Bunak mıyız hepimiz! Nerde saklıyordun ki? Söyle, bir de ben bakayım.
– Babanın hatırası o…
– Biliyorum.
– Gelin olurken takmıştı.
– Biliyorum.
– Biliyorum, biliyorum! Başka laf bilmez misin sen? Çok severim ama o zamana kadar hiç incim olmamıştı. Baban kutuyu açtığında nasıl da sevinmiş, çığlıklar atmıştım. “Nerden bildin?” dediğimde, mavi gözleri gözlerimde, “İnsan sevdiğinin, sevdiğini bilir. Sevgimizin izi olsun, sarıp sarmalasın seni, ben olmasam da” demişti. Ah, ah! Nasıl da bildiydi çabuk bırakıp gideceğini…
– Yapma anne ya! Babam öldüğünde 94’ü devirmişti. Aranızdaki yaş farkını unutuyorsun galiba!
– E, tabii, bunadım ya!
– Hoppala! Ne desem batıyor bugün sana. Amma da gerdin ha! Gel artık, kahvaltımızı yapalım da kafamız yerine gelsin.
– İstemez! Gerilmeyesin sonra? Hem doydum zaten!
– Doydun mu? Ne yedin ki?
– Lafların doyurdu beni, çocuğum. Ah Uğur Bey ah! Kalk da gör sultanının halini!
– Ne dedim ki şimdi ben?
– Rahat bırak beni. O kolye bulunmadan bir lokma geçmez boğazımdan, inci taneleri gibi dizilir durur.
– Tamam, anne, tamam! Ne yaparsan yap. Ne zaman işim acil, böyle yaparsın zaten. Daha kuaföre gideceğim, hazırlanacağım. Hemen akşam oluveriyor, biliyorsun.
– Sen git ye. Keyfini bozma sakın! Berberine de yetişirsin, Tufan Bey’ciğinin yemeğine de… Ben engel olmayayım sana, yeterince oluyorum zaten!
– Annecim niye öyle tuhaf tuhaf konuşuyorsun? Hadi uzatma, gel şu masaya artık!
– Tabii, hep senin dediğin olacak. Gel, ye, çıkma, tuhaf tuhaf konuşma, yapma, etme, para ver, kolyeni ver. İlla da ver ver! Bu akşam takayım diye tutturmayaydın, bak şimdi kolyem yerinde olacaktı.
– Hımm, neresiymiş o yer bakayım?
– Eee, şey!
– Bak söyleyemiyorsun. Bi de beni hırsız yerine koyuyorsun!
– Orasını bilemem artık?
– Ne demek o?
– Ne demekse o demek! Bilemem!
– Anne, bak, kızıyorum ama!
– Kızıyormuş prenses hanım. Kızarsan kız, bana ne? Kolye burada mı? Yok!
– Valla ben de onu bilemeyeceğim, Sultan Hanım!
– O ne demek öyle?
– Ne demek olacak? Sanki hırsızmışım gibi kolyeyi saklıyorsun. Sonra kaybedip beni suçluyorsun. Bakayım, göz var, göz var, diyorum, yerini söylemiyorsun. Tuhaf değil mi? Hem de çok tuhaf!
– Haklısın, çok tuhaf! Kolyenin çıkardığım yerde olmaması, çok tuhaf!
– Hayır, hanımefendi! Tuhaf olan senin davranışın! Anladık, kıymetli, koca hatırası, sevginizin izi… sakladın hadi! E, insan kızına yerini söylemez mi? Sanki on tane kızın var! Bak işte, Allah razı gelmedi, kaybettin. Yoo, belki de kaybetmedin!
– Nasıl yani?
– Nasıl olacak? Belki de bana vermemek için kaybetmiş gibi yapıyorsun. Nasıl olsa yerini bilen eden yok. Olamaz mı?
– İşte tuhaf olan bu asıl! Vermeyecek olsam niye çıkarayım ki?
– Çıkardın mı? Kim gördü ki? Ne yeri belli ne izi…
– Şunun söylediğine bakın hele! Yapacağımı bilirim ben sana! Hem vermeyeceğim zannedip kolyeyi yürüt hem de zeytinyağı gibi üste çık! Tuhaf hem de çok tuhaf, deyip dur! Çakılınca da bin türlü hakaret. Tevekkeli, yavuz hırsız, ev sahibini bastırırmış!
– Anne, ayıp oluyor ama!
– Doğru, seninki değil benimki ayıp!
– Ne yaptım ki ben? Demagojide üstüne yok valla!
– Ne goji?
– Boş ver anne ya, boş ver! Geliyorsan gel. Ben yiyip çıkıyorum. Geç kaldım kalacağım kadar.
– Güle güle küçük hanım! Sakın geç kalma. Görürsün bak, nasıl buluyorum kolyeyi! Tuhafmış efenim, çok tuhaf! Tuhaf neymiş göstereceğim ben sana.
– Elinden geleni ardına koyma!
– Aman Allah’ım! Anne! Bu evin hali ne böyle?
– Ne o? Tuhaf mı küçük hanım?
– Evet, çok tuhaf! Ne yapıyorsun orada öyle?
– Seni uyarmıştım: O kolye ya bulunacak ya bulunacak! Tuhaf deyip çıktın işin içinden. Al sana tuhaf. Bakmadığım delik kalmadı, yok yine de… Yer yarıldı, içine girdi sanki. Ne izi var ne sanı… Ama dur sen! Bir, iki yer daha var. Çıktı, çıktı! Yoksa biliyorum ben yapacağımı.
– Daha ne yapacaksın anne ya? Evin deşilmedik yeri kalmamış. Nasıl çıktın o tepelere? Allah korusun! Ya düşeydin?
– Başına kalırım iyice, o zaman, değil mi?
– İnanamıyorum sana anne, ya! İ-na-na-mı-yo-rum! Ne biçim konuşma o öyle?
– Tuhaf canım, tuhaf!
– Hadi, uzatma artık lütfen. Nasıl indirdin bütün bunları? İner misin o merdivenden? Hem de hemen şimdi! Ver şu elini bakayım.
– Dur! Bir şu yorgan kaldı, onu da atayım, çıktı, çıktı! Yoksa doğru balkona! Bir de oradaki yüklük var.
– Yok, daha neler? Hay dilim tutulaydı da istemez olaydım! Ne bileyim ben? Kırk yılda bir özendik işte! Evlilik teklifi alacağız ya… Anamızın kolyesi… Uğur getirir… Sevginizin izi bize de geçer… dediydim. Uğura gel, uğura. Uğursuz mudur nedir?
– Bana bak! Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu senin? Ne biçim konuşuyorsun öyle, Uğur’umun kolyesi hakkında? Yolarım şimdi o berber tazesi saçlarını da görürsün, kimmiş, neymiş uğursuz?
– Merak etme, evi toplarken ne saç kalacak ne de baş. Kalanı da sen halledersin. Hadi diyorum ama in şuradan, in. Ver elini bana. Aman dikkat! Bırak şu yorganı artık, anne ya, bırak! Tut şu elimi, tut diyorum. Dur, dur, ne yapıyorsun, düşeceksin. Aman Allah’ım! Eyvah!
– Küüüt!
– Ah Elim, ah, ah!
– Ay, aman, ay-ay-ay-ay! Ne oldu bana? Bu bacak niye böyle havada? Her yerim ağrıyor.
– Ağrır tabi. Verilmiş sadakamız varmış! Ucuz kurtulduk yine de…
– Ne ucuzu yavrum? Ne kurtulması? Neredeyiz böyle? Eline ne oldu?
– Hatırlamıyor musun? Ay affedersin! Öyle dememem lazımmış. Hatırlasana annecim, cambazlık gösterin bitip de yere çakılınca, dayandık Çapa’nın aciline. Bu gece buradayız. Başını çarptığın için müşahede altındasın. Yarın ortopedi servisine nakledecekler. Toparlanınca da nörolojiye…
– Ne jiye?
– Boş ver annecim. Hülasa, her işte bir hayır varmış. Babamın kolyesi de uğurluymuş hakikaten.
– Öyledir; boynuna da pek yakışmış.
– Uğrunda düşmeyeydin, belki de uzun müddet uyanamayacaktık bu işe?
– Hangi işe?
– Hani kolyeni koyduğun yeri unutup evi didik didik ettin ya!
– Öyle mi?
– Öyle ya?
– Sana verdiğimi mi unutmuşum?
– Yok, annecim yok; koyduğun yeri? Nerde buldum dersin?
– Ne bileyim evladım, onu düşünecek halim mi var şimdi?
– Tamam, tamam. Ambulans doktoru kimlik isteyince, çantana saldırdım. Bi de ne göreyim? Senin inciler yatmıyor mu, kuzu kuzu dibinde. Aman dedim hemen takayım da gözümüzün önünde dursun. İz miz sürmeyelim artık!
– Fırsatçı seni!
– Bak şimdi!
– Şaka, evladım, şaka. Zaten gelinliğin için saklıyordum. Neyse lafı değiştirme de çıkar şu ağzındaki baklayı.
– Merak edilecek bir durum yok aslında. Sen bunları hiç kafana takma.
– He, hiç takmadım ben de. Anlatsana evladım şu işi doğru dürüst.
– Bak annecim, olanları doktora anlatınca dedi ki, ileri yaşlarda sık rastlanan bir durum bu. Şansınıza erken teşhis oldu. Çünkü ilerlemiş vakalarda iyileşme kaydetmek hayli güç. Şimdi tetkikleri yapar önlemlerimizi alırız. İlaçları düzenli kullanınca da rahatsızlık uzun yıllar ilerlemeden, zamanın izleri silinmeden idare edebilir anneniz. Yani, iyi ki düşmüşsün. Bacak kırıldı ama kafayı kurtardık anlayacağın.
– Zevzek, zevzek konuşma. Tam anlamadım ya, ne diyorsun? Hele bir toparlanayım doğru düzgün anlatırsın bir daha. Eyvah!
– Ne oldu yine?
– Hani çıkacaktınız siz bu akşam? Hay aksi, bir çuval inciri berbat ettim desene.
– Sen, hiç merak etme Sultan’ım! Bunca yıl sonra, hazır, iz sürüp iyi kocayı bulmuşken, inciyi de… Hiç fırsatı kaçırır mıyım? Dedim ki Tufan’a, planlasan bu kadar tuhafı, iz bırakanı olmazdı herhalde. Ha yemekhane, ha hastahane! Mademki planladın, gel burada de, diyeceğini. Hah, bak, güllerim de geldi işte!
– Hah hay, korkulur valla senden, kızım. Zavallı çocuk neye bulaştığının farkında mı acaba?
– Şist! Sus bakayım! Tuhaf, tuhaf konuşma yine öyle!