Son zamanlarda daha doğrusu pandemi ile birlikte bir 65+ kavramı girdi hayatımıza. Virüs daha çok yaşlıları etkiliyor diye 65+’lar günde belirli saat aralıklarında sokağa çıkabilecekler, toplu taşıma araçlarına binemeyecekler gibi insanın özgür dolaşma hakkını gasp eden yasaklarla karşılaştılar. Peki, kim bu 65+’lar? Her şeyden önce bu sınıflandırma bu insanları ‟yaşlı” statüsüne koydu. Onlar gerçekten yaşlılar mı? Yaşları ileri bile olsa ruhları yaşlı mı? Ayrıca altmış beş yaşın yaşlılık sınırı olduğuna kim karar vermiş?

65+ kategorisine girmesem de sinir bozucu bir sınıflandırma olduğu bir gerçek. Her ne kadar iyi niyetle yapılsa da, bu insanların kendilerini koruyamayacak olmalarını ima etmek bile rahatsız edici. Bunca senenin yaşanmışlığının üstüne, kendi kararını veremeyecek bebek muamelesi görmek, yaşlı da olsa, elbette sinir bozucu. Her şeyden öte hiç kimse kendisine kolay kolay ‟yaşlı” damgasının yapıştırılmasından hoşlanmaz, değil mi?

Hepimizin ailesinde yaş almış aile mensupları bulunur. Hızla ilerleyen çağa ayak uydurabilenler olduğu gibi kendi zamanlarında kalanlar da var. Ailenin gençleri tarafından ‟demode” olduğu düşünülüp pek de kaale alınmayan, görev duygusuyla bayramdan seyrana arayıp sorduğumuz, sıklıkla, farkında olmasak da, onlar adına karar verdiğimiz yaş almış aile fertleri… Kabul edelim ki, hayatın koşturması içinde bu büyüklerimize ne yeterince ilgi gösterebiliyor ne de onların derin tecrübelerinden yararlanıyoruz. Onları belirli kalıpların içine koyuyor ve kalıplar çerçevesinde hareket ediyoruz. Örneğin eşi yıllar evvel ölmüş bir anneanne emekli Albay komşusuna aşık olursa kıyamet kopartıyoruz. Bu yaşta aşk mı olur? diye. Niye olmasın? Veya yaşıtı bir arkadaşıyla bir yere tatile gitmek isterse, hele de biraz uzaksa bu yer, nereden çıktı bu şimdi, diye surat asıyoruz. Biz seni gezdiriyoruz ya, cümlesi muhakkak ardından geliyor. İçsel olarak yoksa gezdirmiyor muyuz diye vicdan sensörleri harekete geçiyor. Halbuki o sadece ortak duyguları paylaşabileceği, espri yapabileceği, beraber gülebileceği bir arkadaş istiyor olabilir. Bunun gibi örnekler çoğaltılabilir ancak işin esası bizler; evlat, kardeş, kuzen, yeğen vs hangi statüde olursak olalım, büyüklerimizi en gerçek hallerini tanımıyor, bizimle hangi statüde ilişki kuruyorlarsa o bağlamda tanıyoruz ancak. Halbuki onlar da bizler gibi, zamanında genç olmuş, istekleri, hayalleri, beklentileri olan insanlar. Önlerinde kalmış kısa hayat dilimine gelince insan nasıl hisseder, neleri önceliğine alır, neler yapmak ister ancak onların kendilerinin cevaplayabileceği sorular. 

Ömrün sonbaharı denilen yaşlılık, yaşanabilecek zamanın yaşanandan çok daha kısa olması, eskiden deli akan kanın artık yavaşlaması, enerjinin zamanla azalması gibi ölüme yaklaşıyor olmanın insanın psikolojisini nasıl etkilediği edebiyatın da yakından ilgilendiği bir tema. Alzheimer, demans, yalnızlık, pişmanlıklar, arzular, ölüm korkusu gibi konuların odağa alınıp yaşlılığı irdeleyen bir çok eser mevcut. Bu da gösteriyor ki, insanoğlu ne kadar dolu dolu yaşasa da yaşam süresi kimseye yetmiyor, yaklaşan ölüm korkusu herkesi sarıyor.  Bu yüzden çoğu kimse ‟yaşlı” kategorisine sokulmaktan hoşlanmıyor. Gerçekle yüz yüze gelinceye kadar bu tanımlamadan kaçmayı tercih ediyor. 

Gene de, madem ölüm kaçınılmaz bir gerçek, ileri yaşlarda tüm iş, aile vb sorumlulukları geride bırakıp özgür kalma, yılların tecrübesinin ve edinilmiş bilgilerin ışığında hayata bilge bir bakış açısı edinme, zaman bulunamamış bazı seyleri yapma imkânı, bugün adı 65+ olarak konmuş yaşlılığı dayanılı kılmanın ötesinde yaşamın son dönemecini keyifli kılmaya yeterli değil mi diye sormadan edemiyor insan. 

Bu sayımızda 65+ olarak toplumda ayrı bir yere konmuş bireylerin iç dünyalarında gezinmeye, onları anlamaya, anlatmaya çalıştık. Belki, bundan sonra 65+ bir insanla bir araya gelişimizde onları ‟yaşlı” çerçevesi içinde görmeyi bırakır, kenarda değil de hayatın içinde  var olmalarını sağlayacak  coşku ve anlayışı gösterebiliriz.