Acaba bir “bebek” görünce, neden insanın yüreğinde mutluluk çiçekleri açar, yüzüne gülücükler yayılır? Hele bir de sizin bebeğinizse bu “bebek”, çiçekler daha renkli açar ürkmüş gönlünüzde. Müphem bir kaygı eşliğinde saf sevginin titreşimleri bedeninize yayılır. İnsan olarak masumiyetimizle olan inancımızdan mı?  Olan biten ve olacaklar karşısında çoğu kez kendi oluşumunu dayatan feleğin tuzakları karşısındaki çaresizliğimizden fışkıran “merhamet” istenci yüzünden olabilir mi? Belki…

Bebeklik, her tür kimliğin, cinsiyetin, aidiyetin ve statünün üzerini masumiyetiyle örter…  Sarıp sarmalar. Yaşadığımız dünyada, canlılar âleminin bütün bebekleri, türlerine, hayatta kalabilme yeteneklerine göre az ya da çok farklılıklar gösterse de hemen hepsi “masumiyet” temelinde eşittirler.

İnsan bebeği, yaratıcısı annesine bağımlıdır. (Bebekleri, Tanrı yaratıp, gökten zembille yeryüzüne indirseydi, daha iyi olmaz mıydı acaba? En yüce “iyi” ve sınırsız gücün yaratılanları olarak, daha mükemmel insanlar olur muyduk, bilmiyorum.) “Bebek” olmak, doğmak, yaşamak, ölmek, yaşam koşullarını belirlemek, ana- babasını seçmek, onlar tarafından benimsenmek, sevilmek ya da dışlanmak, hatta cami avlusuna terk edilmek dâhil birçok durum karşısında tümüyle edilgen ve masum bir konumda olmak demektir. Güzel, sevimli, akıllı, sağlıklı olmasında ya da olmamasında, bebeğin bir dahli yoktur! Ana rahminde yumurtanın spermle buluşmasıyla onun oluşumu başlamıştır. Karmaşık gelişim süreci, doğa yasalarıyla bebeğin kendi talebi dışında belirlenecektir. Bu, bebek açısından kendisine ve dolayısıyla insana dayatılan kader değil de nedir?

Belki de “bebek”, görülen, dokunulan, koklanan, en saf duygularımızla iletişime geçebildiğimiz canlı bir nesnesi olan yegâne “tümel” bir varlıktır. Ondan bir “çocuk”, çocuktan bir “ergen”, ergenden bir “genç” ve gençten de erişkin bir “insan” evrilecektir. İnsanlaşma süreci, bir ömür boyu nesilden nesile devam edip gidecektir. Bu insan, hangi toplumun hangi sınıfına mensup bir ailede doğacak? Hangi statü ve koşullarda nasıl bir anne-babanın bebeği olacak? Kendi isteklerini göz ardı eden bu koşullarda, nasıl bir insan olarak topluma katılacaktır? Bir de bebeklikten itibaren duygusal olarak yüklenilen fikir ve imgelerden oluşan psişik dinamikleri eklerseniz -ki bunlara “komplekslerimiz” diyoruz- bütün bunlarla insan bebeğine dayatılan kaderin ne denli adaletsiz olduğu görülecektir. Her birimizin hayatı karmaşa ve rastlantılarla var olmuş ve cami avlusuna terk edilir gibi dünyaya bırakılmış bir bebeğe bağlı. “Baba… Baba… Beni neden bıraktın?” diye sızlansak da bundan kaçış yok! Bebeği bekleyen kader, ölümle sonuçlanacağını bileceği trajik bir ömrü tamamlamaktan ibaret mi olmalıdır? Bunda büyükçe bir adaletsizlik yok mu?  Gel gelelim Tanrıda, Doğada, Doğa tanrıda ya da Tanrı doğada adalet kavramı yokmuş gibi görünüyor. Merhamet, sevgi ve şefkat de yok! Onlara, insanlar olarak bizim ihtiyacımız var. Aciz olanın talebidir sevgi ve şefkat, adalet ve merhamet! Güçlü olanın bu kavramlara ihtiyacı yok!

Bu bakımdan politik cüceler, sınırsız bir güce erişmek için her türlü yolu denerler.  Onların istediği kayıtsız şartsız itaat eden toplumlardır. Bunlar, toplumu sürü, kendilerini de çoban görürler. Oysa kendilerinden menkul sandıkları bu gücü, bizim olan devletin işlerini adilane yürütsünler diye onlara verdiğimizi unutarak “itaat” ve “biat” beklerler. Böyle bir beklenti, hastalıklı bir zihniyetten kaynaklanır. Demokratik Toplumun böylesine kirli ve paslı bir zihniyeti, devlet aygıtından söküp atma gücü vardır. Ve bu gücü kullanma imkânı demokrasinin olmazsa olmaz özelliğidir. Devlet kurumunun ardında gizlenen bu hastalıklı zihniyetle mücadelede gevşek davranır, hedefi şaşırırsak bebeklerimiz ve insanlığın geleceği tehlikede demektir!

Bu sıkıcı düşüncelerden sonra biraz da insanlık geçmişine dair hayal kuralım. İnsanlık tarihinin ilk zamanlarında, bir kadının doğumunu izleyen ilkel bir erkeği hayal edelim. Önce kadına ne oluyor diye korkmuştur. Sonra viyaklayan bir bebek doğar. Minyatür bir insan! Bir kadın, küçücük bir insan örneğini, “bir Tanrıyı” dünyaya getirmiştir. (Bebeğini doğuran bu kadın, bir Tanrı doğurduğunu biliyor muydu?) Bu kadın belki Havva Anamızdır. O, “yaratma” gücüyle donanmış bir Tanrıçadır artık! Ve belki Ana Tanrıça fikri, böyle filizlenmiş, nihayetinde Ana Tanrıça Kibele doğmuştur… Kim bilir?

Zaman akıyor, insanlık avcılık dönemlerinde hayvanları ehlîleştiriyor. Hayvanlarla içli dışlı olan insanoğlu, onların da doğurduğunu görüyor. Doğurmanın salt kadına özgü bir şey olmadığını fark edince, insan yaratma mucizesi artık sıradanlaşıyor. İnsanoğlu zamanla sürünün çoğalmasında ve ıslahında, “koç” ve “boğa” gibi damızlık hayvanların önemini kavramış olmalı. Avcılıkta etkin olan erkek gücün kendini koç ve boğa ile özdeşleştirmesi çok olası. Böylece erkekler, kadın figürünü tapınılan mukaddes makamdan indirerek, onun yerine Erkek Tanrı figürünü koymuş olmalılar. Sonuç olarak Baba Tanrılar egemenliği, tek tanrılı dinlerde “Allah Baba” ve toplumların temel kurumu olan devlette “Devlet Baba” olarak yaşamaya devam ediyor.

Gerçekten de “baba” anlayışı toplumların her kurumuna sızmış görünüyor. Kibele’nin kızları kadınlarımız, hâlâ ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyorlar. (Bir erkek bebek doğurarak, erkek egemen alanından pay almak isteyen acınası ve “erkekten çok erkekçi” kadınlardan hiç söz etmeyeceğim!) Heyhat… Nerede o barış içinde yaşanan Ana Tanrıça dönemleri. Bu dönemlere ait izlere bazı günümüz toplumlarında tanık olunca şaşırıyoruz. Örneğin günümüz Gürcistan’ında Gürcüler, doğum olayında hayvanlar için “doğurmak” fiilini kullanırken, insanlar için “yaratmak” fiilini kullanıyorlar. “Şukufe Hanım doğurdu,” derseniz çok ayıp etmiş olursunuz. “Şukufe Hanım bebek yarattı,” demelisiniz. Bu, bebeğin dünyaya getirilmesinde annenin üstlendiği rol, gösterdiği özveri ve bebek için verilen emeği onurlandırmak adına, hoş bir tavır olarak görünüyor. Gürcistan’da da diğer ülkelerdeki kadar erkek egemenliği sürüp gidiyor. Bu durum karşısında buradan bütün kadınlara seslenmek istiyorum: “Madem Tanrıça değilsin, yaratma be Anam!” Bırakın Tanrıça olmayı -onu Gürcü kadınlarına bırakın- toplumda erkekler kadar saygın bir yeriniz yoksa gerçekten… Doğurmayın! İklimi bozulmuş, insanlık onuru kalmamış bir dünyada doğuracaksınız da ne olacak?

Öte yandan yine de umutlu olabiliriz. Dünyanın her yerinde çevre bilim, insan onuru, kadın-erkek eşitliği, evrensel adalet ve bireysel özgürlük savunucuları giderek çoğalıyor. Bu yeni tip insanlar haklarını “söke söke” alacaklarmış gibi görünüyor.

Günümüze değin aydınlanma, laik yeni bir toplum anlayışıyla adalet, hak, hukuk, eşitlik, özgürlük gibi fikirlerin gelişip serpilmesini sağlamıştır. Ama bu ilkelerin yaşam içindeki uygulamasında başarı çok az. Asya’nın batıdaki küçük bir uzantısı olan Avrupa, “Akdeniz Havzasının” kültür temelleri üzerinde yükselmiştir. Neler oluyor bu kültür havuzunda yaşayan uluslara? Yoksa bu uygarlık, “Akdeniz Havzası” gibi çölleşiyor mu? İklim ve çevrecilik hususunda hâlâ çok duyarsızlar. Bireylerin hak ve özgürlüklerinde ikiyüzlü… Toplumların insanca yaşama hakları konusunda ise umursamaz görünüyorlar. Tek amaçları daha çok kazanmak! Bu mu uygarlık?

Nasıl olacaksa artık… Tek umudumuz… Yeni Tür Bebeklerde!

Eşit hak ve değere sahip, her biri aydınlanmış bireylerin oluşturacağı sağlıklı bir ailede mutlu bir “bebek”, gelecekteki özgür ve sağlıklı toplumunun ön şartıdır. Sağlıklı ve mutlu bebeklere, onları yaratan annelere, onları şefkatle koruyup kollayan babalara selam olsun!