Yıl 1948, bir bahar günü, kırk bir yaşında yakışıklı bir adam, yanında daha sonra katili olacak yol arkadaşıyla birlikte, kalamadığı ülkesinden kaçmak üzere Bulgaristan sınırına yürüdü. Siyasi görüşleri iktidara tersti. Ondan geriye bir kırık gözlük, bir dolmakalem, kanlı bir kitap, yeşil mürekkeple yazılmış bir defter ve sonsuza kadar yaşayacak bir isim kaldı, Sabahattin Ali. Hem gitti hem gidemedi, vatan toprağına ve sevenlerinin, okurlarının kalbine gömüldü.

Yıl 1963, bir yaz günü, Anadolu’da yetişmiş ancak barınamamış, ülkenin ve dünyanın en büyük şairlerinden Nazım Hikmet Ran, kalamadığı vatan topraklarından çok uzakta hayata gözlerini kapadı. Sovyetler Birliği topraklarına ve yine sevenlerinin, okurlarının kalbine gömüldü. Ondan geriye kalan dizeler arasında Varna’dan oğluna seslendiği şu satırlar geliyor aklıma;

“Memet

Karşı yaka memleket

Sesleniyorum Varna’dan,

İşitiyor musun?

Memet, Memet!…”

Yıl 1973, bir sonbahar günü. Cevat Şakir Kabaağaçlı, nâmı-diğer Halikarnas Balıkçısı İzmir’de hayatını kaybetti.

“Yokuş başına geldiğinde

Bodrum’u göreceksin,

Sanma ki sen

Geldiğin gibi gideceksin

Senden öncekiler de böyleydiler

Akıllarını hep Bodrum’da bırakıp gittiler…”

diye anlattığı Bodrum topraklarına gömüldü. Bir dergide yayınlanan yazısı nedeniyle dönemin İstanbul İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanmış, “askeri isyana teşvik etmek” suçlamasından üç yıl ‘kalebentlik’ cezasıyla Bodrum’a sürülmüştü. O, cennete çevirdiği sürgün yerini dünyaya tanıtmış, cezasını da bir bakıma ödüle dönüştürmüştü. Bodrum’un mavisiyle yeşili tanıştırmış, zorunlu gidip, yirmi beş yıl kaldığı bu topraklar onunla anılır olmuştu.

Sahi biz nereliyiz, doğduğumuz toprak mı, gömüldüğümüz toprak mı memleketimiz?

İnsanlık tarihi zorunlu göçlerle, sürgünlerle, savaştan kaçan mültecilerin, mübadillerin gidememe-kalamama hikâyeleriyle dolu. Balkanlar’dan, Anadolu’dan, Kafkaslar’dan, Afrika’dan, Amerika’dan, Avrupa’dan… Dünyanın her yerinde ait oldukları topraklardan ayrılmak zorunda kalan, yollarda, denizlerde yok olan insanların bir parçası torunlarında yaşamaya devam ediyor. O torunların çoğu ata topraklarından uzakta yaşıyor.

Sadece yaşanılan yerden gidip-gidememek değil konumuz. Bazen de birilerinden gitmek gerekir. “Bazen kendine gelmek için, başkalarından gitmen gerekir. Uzaklaşmak özgürlüktür!” diyor Bukowski.

Mutsuzsundur orada, onların, onun yanında. Aklın, mantığın “git, arkana bakma” der, kalbin bir türlü bırakmak istemez. Ya da tam tersi. Peki ya gidecek-kalacak yerimiz yoksa? Ya engelleniyorsak, hatta kendimiz engelin ta kendisiysek? İnsanın kendisinden gitmesi mümkün mü? Ya da her şeyden bağımsız tüm insanlığı durduran bir neden varsa, içinde yaşadığımız pandemi döneminde olduğu gibi. Gitmek-kalmak olarak düşündüğüm sayı konusu pandemi nedeniyle gidememek-kalamamak olarak değişti, bu dönemde her birimizin kim bilir ne ilginç hikâyeleri vardır…

Bu sayımızda; Yasemin PFORR kitap tanıtımı ile, Arif Kamil OLGUN, Canan KUZULOĞLU, Dilek KARAASLAN, Dilek YILMAZ, Hediye GASİMOVA NAR, Meltem UZUNKAYA, Nurdan ATAY, Nezir SUYUGÜL, Sultan DELİKLİTAŞ öyküleriyle fanzinimizin basılı versiyonuna katkıda bulundular. 

Ahmet ATLI, Bahar UYSAL, Betül SARICA, Ezgisu KARAKAYA, Yasin TATAR ve Zozan ÇETİN de öyküleriyle fanzinimizin web sitesinde yer aldılar. Kendilerine teşekkür ediyor, sizlere keyifli okumalar diliyorum.