KİLTABLET Ağustos Sayısının konusu bu. Biliyorum… Bizim KİLTABLET dergimizin konusunu, “konu motto’su” omuzlarlardı her zaman. Ağustosun sıcağına motto mu dayanır a dostlar? Fazla değil, iki binli yılların başlarında, yaz günlerinin sıcağından kaçıp gecelerin serinliğine sığınırdık. Şimdilerde yaz geceleri, serinlik ortamı sağlayamıyor… Giderek ısınıyoruz.
Bilim adamları “Dünya ısınıyor” diye bas bas bağırsın… Kimin umurunda? Bilim de neymiş… Allahın dediği olur! Allah-hu Teâlâ: “Oku” diye buyurmuş olsa da, kimsenin okuduğu yok! Çünkü her şeyi biliyor insanımız. “O” biliyor ya… Onlar da biliyor haliyle. “O” da okumuyormuş! Naklediyorlarmış ona. İnsanımız işini bilir. Kendisine nakledilenler nesine yetmiyor? Bilime, Akıla, Mantığa ne gerek var? “Dinimiz… Akıl ve mantık değil, iman dininidir” diye naklediyor çokbilmiş imamlarımızdan biri. Eee… Ne demiş atalarımız: “İmam esnerse, cemaat uyur!”
Ya ağustos böceği? O, uyuyacak vakit bulur mu acaba?
Ömrü, Ağustos ayının dört haftasıyla sınırlı Ağustos böceğinin bitmez tükenmez şarkısı başlar ve ömür boyu sürüp gider. Çoğu kez solist olarak yer alır kuytu sahnede, bazen de koroya katılır. Sesi, serenadı yıldızlara ulaşır; sevgilisini çağırır garibim. Öyle diyor biyologlar… Sanmıyorum. Olsa olsa, doğanın sağırlığına, körlüğüne, duyarsızlığına, sevgisizliğine duyduğu öfkenin dışa vurumudur bu. Neden olmasın? Aynı doğanın çocuklarıyız… Efkâr basınca ben de haykırıyorum bet sesimle:
… “Geceleeer… Yarı yaaar… / Dört duvar efkâaar!”
Şarkı, Türkü ve müziğin her alanında maharetlerini sergileyen sanatçılar, biraz da bizim aşklarımızı, acılarımızı, dertlerimizi, bizim adımıza seslendirirler konserlerinde. Doğa, yaz aylarında kışkırtıcıdır. Yaz geceleri, aşka ve umuda göz kırpan yıldızlarıyla hüzünde ve sevinçte coşturur insanı. Kendini müreffeh, memnun ve mesut sanan insanımızda bile, bir efkâr belirtisi gözlemlenebilir arasıra. Öfkeli söylemler duyulur kendisine uzatılan mikrofonlardan. Bu da, birkaç gün sonra yerini tevekkül’e bırakıp gider. Memleket süt liman!
Tanrıyla empati kurup, tanrıcılık oynadığım, daha iyi, doğru ve hoş şeylerle evreni ve dünyayı değilse de memleketimizi yeniden düzenlemeyi hayaletmeye kalkışıp çuvallayınca, anladım ki zamanla yarışmak ve toplumla cebelleşmek “nafile bir uğraşı”dır. Ve Tanrının neden galaksileri çarpıştırıp yıldızları patlattığını, tufanla insanoğlunu neden helak etmek istediğini, yeryüzünü gök taşlarıyla, yıldırımlarla neden dövdüğünü, sonra merhamet edip, rahmetiyle neden bağışladığını anladım. O da arasıra efkâr ve öfke nöbetlerine kapılıyor… Hepsi bu!
Efkâr ve öfke çifte sarmal misali birbirine dolanarak yükselir… Boğazımızdan geçip, çenemize dayanır. Çenemizi tuttukça yükselmeye devam eder. Ya tutmazsak… Bir açarsak çenemizi neler çıkar neler? Ağızdan çıkar çıkmaz ne feryat ne de figandır bu sesler. Onlar artık, milli ve manevi birliğimizi zehirlemeyi amaçlayan bölücü ve isyankâr sözcüklerdir. Bir elin beş parmağının beş izi çıkar yanağımızda, baka kalırız! Beş tepeden esen fırtınayla dünyamız zindan olur… Olabilir. Seç seçebildiğini… Efkârımızı dağıtmayalım da içinde boğulalım mı?
Yaz geceleri, bu “dağıtmanın” mümkün olabildiği eşsiz fırsatlar sunar bize. Gündüzün peşi sıra durmadan ama durmadan akıp giden gece, örtüverir gündüz olan biten pis şeylerin üzerini. Sürüp giden bu döngüye, İnsanoğlu güzel bir isim de uydurmuş: “Zaman” Demiş. Her şeyi olduğu gibi yutan bu zaman, ne çok özlemler, Aşklar, ahlar, keşke’ler, vahlar, ihanetler, sevdalar, kara sevdalar, taze ve küllenmiş acılar, küllerinden filizlenmiş umutlar barındırır içinde… Onlar ki, üst üste yığılmanın, iç içe tıkıştırılmanın eğip bükmesiyle tanınmaz hale gelmişlerdir. Biz onlara yabansı, onlar bize kırgın bakarlar. Belki de tam bu yüzden zamanın karnındaki geçmişte, eşelenmek doğru değildir. Orada bulabileceğimiz mutlak bir gerçeklik yoktur! “Gerçek” diye hatırladıklarımız, çoktan değişmişlerdir.
Belleğimizdekiler her an, zamanın kesintisiz akışında güncellenirken değişime uğrar. Beynimiz bunu, biz uyurken, gece bizim için yapar. Geceler olmasaydı ne yapardık? Yaşasın bütün geceler! Akdeniz geceleri, Bodrum geceleri, Sinop geceleri, Paris geceleri yaşasın da, Mahpushane gecelerini, Hastane gecelerini… Uykusu olanların uykusuz gecelerini, uykusu olmayanların bitmek bilmeyen uykusuz gecelerini nereye koyacağız?
Çocukluk ve geçlik yıllarımı yaşadığım Sinop’ta, yaz geceleri eşsizdi(r). Yazlık sinemalar… Film aralarında içilen soğuk gazozlar… Ve illa da Âşıklar Caddesi… Sevginin sembolü, şıklığın ve zarafetin eşliğinde, aşka ve aşığa sunulan saygının açık havadaki kutsal mabedidir o cadde! Herkes temiz ve şıktır. Selamlaşama, hal-hatır sorma ve tavırlar zariftir. İnsanlar… O güzel insanlar Aşk Tanrıçası Afrodit’e ve Eros’a tavaf edercesine turlarken Âşıklar Caddesinde, denizden gelen esintinin yanık bağırları serinlettiği yıldızlı gecelerde, genç kız ve delikanlılar arasında manalı bakışlar, mahcup gülümsemeler ve şen kahkahalar yükselir.(di) Hepsi, yarım yüzyıllık tarihin koynundaki gölge zamanlar olarak, özlemle hatırlanmayı beklemekteler şimdi. O zamanlar, “sıradan” gibi gelen günlerin masalsı güzelliklerini fark etmek için, illa da yarım yüzyıl mı beklenmeliydi?
Yaz geceleri geçmişteki güzellikleri, sevgiyi, sevgiliyi özletir insana. Sevgilin yanında değilse yaz gecesi çekilir mi? Kolların koynunda çaprazlamasına bağlı, ellerin koltuk altlarında mahsur, yalnızlık, dert ve tasa omuzlarında, ortalıkta kalakalmak… Hakka reva mı bu?
Böyle durumlarda dikilir başına hasret ki, bir kolunda pişmanlıklar vardır, diğerinde haset! Dostların varsa ve aralarındayken sen, içkili masadaysan eğer, yüreklendirirler seni… “Şarkı…” derler sana…“Hadi şakı!” Bülbüller gibi şakırsın. İyi günlerin kârını, kötü günlerin zararını, dostlarından başka kimlerle bölüşebilirsin ki? Dostun yoksa çevrene bak, belki dost ararken arkadaş bulursun… Belli mi olur?
Bütün bunlardan mahrumsan, dört duvar arasında inler durursun:
Geceler… yarı yaaar / Dört duvar… Efkâr