Nezir Suyugül
Şehirdeki herkes ona hayrandı. Kaldırımlara çizip boyadığı resimler adeta birer sanat eseriydi. Oldukça yağışlı geçen bu beldede kullandığı boyalar ilk yağmurda silinip giderdi. Yağmur yağmadan önce rast gelirsen resmini çekebilirdin. Ressam çalışırken konuşmaz, çevresiyle ilgilenmezdi. Başında şapkası, sırtında rengi atmış ince paltosu diz çökerek resim yapardı. Ciddiyetle çalışırdı. Gür sakalı bir karıştı. Şapkasından fırlayan saçları gözlerini, yüzünü net olarak görmeyi engellerdi. Resim yaparken çekilen fotoğraflarda yüzü bazen kadraja girer, şans eseri gözleri görülebilirse delici bakışlarla çizdiği desene odaklandığı anlaşılırdı.
Çoğu kaldırım ressamının aksine para toplamak için bir kutusu yoktu. Lâkin izleyenler yine de bir köşeye para bırakırlardı. Resim bitince geri çekilip eserine bakar, alkışlar arasında biriken paraların yanına gelir, birazını alır, çoğunu kaldırımda bırakıp giderdi. Resmi seyre dalanlar onun nereye gittiğini bilemezlerdi. Para almadan gittiği günler de olurdu. Bu tuhaf adeti onu izleyenlerin gözünde daha da değerli kılıyor, her geçen gün seyredenlerin sayısı artıyordu.
Kentin değişik yerlerindeki parkların girişi onun tuvaliydi. Çizip boyadığı çiçekleri parktaki çiçeklerden ayırt etmek imkânsızdı. Bazıları parka girerken resmin çevresini dolanır, bazıları da eğilip koklamaya çalışırdı. Güzel evler çizerdi. Pencerelerinde rüzgârla sallanan tül perdeler, cam kenarında kırmızı sardunyalar. Kuşların yuva yaptığı geniş gölgeli ağaçlar, dumanı tüten bir baca. İnsanın kapısını açıp içeri giresi gelirdi. Sıcak bir yuva. Masada yemekler de hazır olmalıydı. Hele geçen yıl yaptığı iki katlı yalı. Muhteşemdi. Hâlâ konuşuluyor. Mayonuz yanınızdaysa deniz sizi bekliyor. Uzaklaşan yelkenliler, gökyüzünde martılar. Gözünüzü alamazdınız. Çok fotoğrafı çekildi. Toplanan para oldukça fazlaydı. O yine hepsini almadı.
Kim olduğu, nereden geldiği bilinmiyordu. Aniden ortaya çıkmıştı. Zamanla bir şehir efsanesi haline geldi. Nerede resim çizeceği belli değildi. Resme başladığında halk birbirine haber veriyor, kalabalık toplanıyordu. İnsanlar ressam hakkında fikirler yürütüyordu. Kimileri sevgilisinden ayrıldıktan sonra gezgin bir ressam olarak yaşamını sürdürdüğünü, yaşadığı mutlulukları resmine yansıttığını, bazıları ailesini bir kazada kaybettikten sonra acısını unutmak için kendini resme verdiğini söylüyordu. Alkolizmden kurtulmak için resim yaptığını düşünenler bile vardı. Küçük bir grup, belki değeri bilinmemiş bir akademisyendi, diyordu.
Şehirde kaldığı yer belli değildi. Birkaç meraklı genç, ressamı takip etmiş, lâkin akşam karanlığı ve kalabalıkta izini kaybetmişlerdi. Velhasıl ressamın kimliği gizemini koruyordu. Kimseyle konuşmadığı için kendisine soru sorulamıyordu. Halk sonunda onu yaptığı eserle baş başa bıraktı. Resmini seyredip kendi aralarında yaptıkları yorumlarla yetindiler.
Son zamanlarda yaptığı resimlerde bazı değişimler oldu. Sanki çiçekler daha soluktu. Canlı renkler kaybolmuştu. Evler eskisi gibi şirin değildi. Gökyüzü grileşmişti. Yapraklar dökülmüş, ağaç dalları çıplaktı. Hiç kuş görünmüyordu. Son çizdiği evin bahçesi dikenli telle çevrilmişti. Pencerelerde demir parmaklıklar vardı. Ufukta bir kaç tane koyu renkli, uzun gölgeler vardı. Halk bu değişimleri fark etti. Olumsuz yorumlar yapıldı. Ressam aklını mı kaçırmıştı? Nerede o eski resimler, dediler. İzleyenleri azalmıştı. Artık para bırakanlar fazla değildi. Buna rağmen ressam yine ciddiyetle çalışıyordu.
Bir keresinde çelik beton karışımı bir gökdelen çizdi. Resme bakanlar başlarını kaldırmak zorunda kaldılar. Dev gibi bina sanki insanın üstüne geliyordu. Kapısında yüzleri karanlıkta kalmış güvenlik görevlileri kimseyi yaklaştırmıyordu. Seyredenler adeta irkiliyordu. Binanın tepesi bulutlara karışmıştı. Bu modern bir Babil kulesi miydi? Yine de halk ilgiyle izledi gökdeleni. Ancak karamsar yorumlar da yapılmadı değil. Ressam kenti terk mi ediyordu? Yoksa hasta mıydı? İnsanlar akıl sağlığından kuşku duymaya başladılar. Bu görkemli kule bir hapishane mi, yoksa akıl hastanesi miydi? Halktaki merak, estetik boyutu geride bırakmıştı. Kalabalıklar yeniden çoğalmaya başladı. Bir sonraki resim ne olacaktı? Herkes bir fikir yürütüyor, ancak ortak bir yargıya varılamıyordu. Ressam ne yapmak istiyordu? Kendisiyle konuşmak mümkün değildi. Bir iki teşebbüse homurtuyla yanıt verdi. Bekleyip göreceklerdi. Halkta ressamdaki değişime ve gizemli resimlere karşı büyük bir tutku belirmişti. Herkes merak içindeydi.
Ressam devasa kuleyi çizdikten sonra bir hafta ortalıkta görünmedi. Kenti terk mi etmişti? İnsanlara bir hüzün çöktü. Bir akşamüstü aniden kentin en büyük meydanında ortaya çıkınca herkesi büyük bir sevinç dalgası kapladı. Ressamlarına kavuşmuşlardı. Derin bir oh çekip ne resmi yapacağını beklemeye başladılar. Tüm meydanı çepeçevre kalın, siyah bir çizgiyle, izleyenleri dışarda bırakarak sınırları belirledi. Çizginin dışı iyice kalabalıklaştı. İnsanlar çizgiyi aşmamaya özen gösteriyorlardı. Merak ve şaşkınlıkla beklemeye başladılar. O, çizginin dışında kalarak çizgi üzerine yüksek bir duvar resmetmeye başladı. Ressamın elinde sadece siyah renkte bir kalem destesi vardı. Sonunda tüm meydanın çevresi aşılması olanaksız bir duvarla çevrildi. Güneş batarken üzerinde dikenli teller bulunan duvar tamamlanmıştı. Duvarın deniz tarafında bir kapı çizdi. Sonra kapıyı açtı, meydanın içine girip kapıyı kapattı. Ressam üzerinde dikenli teller bulunan yüksek duvarların içindeydi. Meydanda çıt çıkmıyordu. Alanın ortasına geldi, durdu, etrafına bakındı. Sanki çizeceği resim için uygun bir yer arıyordu. Bir dakika sonra gri, çelik duvarlı, tek katlı bir ev çizdi. Evin duvarları, güneşin son ışıklarıyla göz alıcı bir şekilde parlıyordu. Dikkatlice son rötuşları yaptı. Penceresi yoktu. Eve batı yönünde bir kapı çizdi. Kalın, ürkütücü bir kapı. Hapishane kapısı gibi. Tüm çalışmayı videoya çekenler vardı. Hava kararıyordu. Kapının yanına bir şifre butonu kutusu çizdi. Kalemleri bitmişti. Şapkasını çıkardı. Elleriyle saçlarını geriye itti. Herkes ressamın yüzünü hayal meyal gördü. Gülümseyen, huzurlu bir çehre ortaya çıktı. Duvarların çevresinde biriken kalabalığa baktı. Hafifçe eğilip selam verdi. Geri dönüp şifre butonundaki rakamları tuşladı. Kapıyı açıp çelik eve girdi. Kapı ardından büyük bir gürültüyle kapandı. Ressam yok olmuştu. Kalabalıktan büyük bir çığlık yükseldi.
Hava kararmış, meydandaki kafelerin ışıkları yanmıştı. Çevredeki halk ressamın kaybolduğu eve doğru akın etti. Lâkin kimse tel örgülü duvarları geçemedi. Üstü başı yırtılan, eli yüzü kanayan insanlar oldu. Herkes şifre butonuna ulaşmak istiyordu. Hiç kimse duvarları aşamıyordu. Bu esnada büyük bir gök gürültüsü işitildi. Bir kaç saniye sonra başlayan sağanak yağmur ressamın çizdiklerini silmeye başlamıştı. Yavaş yavaş silinen duvarları aşan halk eve doğru koşmaya başlamıştı. Şifre silinmeden görmek, videodan belli olan rakamları tuşlamak, ressamın peşinden eve girmek istiyorlardı. Gri binaya ulaştıklarında rakamlar silinmeye başlamıştı. Son bir ümitle kalan rakamları tuşladılar. Nafile. Kapı kaybolmuştu.