Arabayı park ettikten sonra, katlı otoparkın yavaşlıkta kaplumbağa misali olan, içindeyken aşağıdaki lokantaların menüsünü tahmin edebileceğiniz asansörüne binmeyi aklımdan bile geçirmiyor, merdivenlere yöneliyorum. Güneşin batmasına birkaç saat var. Yağmurun olmadığı bir Nisan akşamında niyetim günbatımını izlemek. O yüzden buluşmamıza saatler olmasına rağmen Karaköy’deyim. İstikamet Galata köprüsü. Yollarda akşam trafiği başlamış gibi. Hoş emekli olduktan sonra fark ettim ki İstanbul’un yolları günün her saati yoğun. Önce köprü üstü balıkçılarını izlemek istiyorum. Oltaların gelin teli gibi Haliç’e sarkmasına bayılıyorum. Belki aradığım pozu yakalarsam fotoğraf bile çekerim.

Bir saatimi köprü üstünde geçirmeme değiyor. Sosyal medya hesaplarımdan paylaşacağım hedeflediğimden de fazla fotoğraflarım günün bonusu oluyor. Onlardan birinin yüzlerce beğeni alacağından eminim; Süleymaniye camisinin tepesi kızarırken, üzerinden sadece metronun geçmesine izin verilen, Haliç’in sularını grileştiren köprü fotosu. Şehrin geçmişi her fotoğraf karesinde, her şeye rağmen ‘’ ben buradayım’’ demeye devam ediyor.

Fotoğraf işini hallettikten sonra, adımlarımı hızlandırmadan lokantaya doğru ilerliyorum. Saatinde yetişeceğim diye hayattan bezdiğim buluşmalardansa, bu şekilde anın tadını çıkarmayı seviyorum. Cam kenarındaki masaya oturuyorum. Manzaram; Bir tarafta tarihi yarımada, diğer tarafta Üsküdar’dan Kadıköy’e uzanan karşı kıyı. Şilepler, vapurlar, sandallar deniz yolunda trafik yaratmış durumdalar. Sadece fotoğrafını gördüğüm misafirlerimi bekliyorum. Hollanda’dan geldiler, arkadaşımın arkadaşları. Arkadaşımdan istediğim ilacı bana getiriyorlar. Bir kafede buluşup ilacımı almayı planladığım Neşe telefonda ‘’Galata köprüsündeki balıkçı meyhanelerinde hiç rakı içmedim, oraları merak ediyorum’’ deyince buluşma rotamız, ‘’Mahsuru yoksa abim de gelebilir mi? İstanbul’ da kaybolmak istemiyorum da’’ deyince de sayımız belirlenmiş oldu.

Menüye bakıyorum oyalanmak için, ısmarlayacaklarım belli zaten; peynir, kavun, deniz börülcesi, şakşuka, kaya koruğu, kalamar ve karides sonra da ortaya istavrit ile barbun. Tatlı olarak fırınlanmış helva. Gözlerim manzara, menü ve kapı arasında turlayıp duruyor. Nihayet kapıdalar; ‘’ geldim’’ diye mesaj attığım için lokantayı tarayan gözlerini yormamak adına elimi kaldırıyorum. Sadece vesikalık sayılacak bir fotoğrafını gördüğüm Neşe dergilerden fırlamış bir model gibi. Abisinin omuzlarını geçen boyuyla bizim garsonların çoğuna tepeden bakıyor. Oysa ben dolgu topuklarıma rağmen garsonlar kadar bile olamıyorum. Kışın getirdiği göbeğimden utanarak içime çekiyorum. Bulicininden görünen teninin, saçının, kaşının rengi Hollanda da doğsa da Hollandalı olmadığını belli ediyor. Omuzlarına dökülen pırasa saçlarını savurarak abisiyle birlikte bana doğru geliyorlar.

Arada arkadaşının referansı olunca daha önce karşılaşmadığın birine de sanki yıllardır tanıyormuş gibi sarılabiliyorsun. Abisini de tanıştırdıktan sonra oturuyoruz.  Manzarayı konuşuyoruz. Daha önce Topkapı sarayı ve Ayasofya’yı gezmişler ama Sepetçiler kasrı hiç dikkatlerini çekmemiş. Bu arada şehrin ışıkları gibi vapurların ışıkları da yanmaya başlıyor.

Siparişimizi verdikten sonra birbirimizi daha yakından tanımaya çalışıyor, sorular sormaya başlıyoruz. Bir banka da çalışan ve adı gibi olan Neşe’nin yüzünden gülücükler eksik olmuyor. Başlarda sadece dinleyici olan saçlarına aklar düşmüş Nail abinin de içilen rakı kadehleriyle doğru orantılı olarak dili çözülüyor, suratındaki ifade yumuşuyor.  Bazen ortaokula giden oğlundan, bazen hediyelik eşya sattığı dükkanından, bazen de yaptığı gezilerden bahsetmeye başlıyor. Memleketten uzak olmalarına rağmen ana dillerini ebeveynleri sayesinde neredeyse bizim gibi konuşuyorlar. Bu arada ben de Marsilya’da karşılaştığımız Sivas’tan göçmesine rağmen, orada doğan çocuklarıyla ev içinde Türkçe konuşan Ermeni ailenin kızının bizim Türkçe konuşmamızı duyunca bizle konuşmak için çırpınışını anlattım onlara. Seçimini bana bıraktıkları mezelerimize bayıldılar. Sıra balığa geldiğinde manzaramızda yakamozlar sahne almaya başlıyor, dolunay yıldızları gölgede bırakıyordu.

Meyhane çalgıcıları masa masa dolaşmaya başladıklarında bizimkiler coşup, bu annemin şarkısı, aaa bu da babamın şarkısı diyerek tempo tutmaya başlıyorlar. Bizim masamıza geldiklerinde; Nail ‘’Boş Çerçeve’’ Neşe ‘’İndim havuz başına’’ ben de ‘’Eski Dostlar’’ ı istiyorum istek parça olarak, şarkılara eşlik ederek gecenin sonuna doğru ilerliyoruz. Birbirini tanımayan insanların, birbirine bir gecede ısınması sanırım Akdenizli genlerimizden. Araba kullanacağım için sadece bir kadeh içmiştim, bu sıcaklığın alkolle alakası olmadığından eminim. Tatlılarımızı yedikten sonra, her zamanki hesap ödeme tartışmaları başlıyor. Ben ‘’Misafirimsiniz olmaz’’ dedikçe, Nail ‘’ Masada erkek varken kadınlar hesap ödemez, geleneklerimize uymaz’’ diyerek beni savuşturuyor ve galip geliyor.

Lokantadan çıktıktan sonra Karaköy yönüne doğru bir nebze de olsa ıssızlaşan yolda birlikte yürüyoruz. Beni bıraktıktan sonra iskeleye geçeceklerini söylüyorlar.  Otopark girişinde vedalaşıyoruz. Arabamı alıp çıktığımda onların benim çıkışımı beklediklerini fark ediyorum. Camı açıp ‘’iyi geceler’’ diliyorum. Uzaklaşırken camdan elimi çıkarıp sallıyorum. Bir daha görüşmeyeceğimi düşündüğüm bu insanların sonradan en yakınım olacağını, aynı yollarda yürüyeceğimizi nereden bilebilirdim ki.