Gökkuşağı geçidine giden dar yolda, uzun bekleme kuyruğuna giriyorum ben de. Sıradakilerin vücutlarının renk değiştirmesinden, heyecanlarını anlayabiliyorum. Bense diğerlerine göre daha sakinim. Sadece ellerimde ve ayaklarımda renk değişimi var. Arkamda sabırsızlıkla bekleyen genç sokuluyor, “Affedersiniz, bu sizin ilk yolculuğunuz değil, değil mi?” diye soruyor merakla.

 

Aslında konuşmayı istemiyorum. Bu meraklı gözlere yanıt vermesem kurtulamayacakmışım gibi bakıyor. Yerinde duramayan, heyecanlı bir genç. Vücudu sürekli renk değiştiriyor. Sarıya döndü şimdi. Tüyleri henüz uzamamış. Kuyruğu kısacık, top gibi.

 

“Dördüncü” diyorum biraz dikleşerek, boyum iki metreye ulaşıyor dikleşince. Boyu benim yarım kadar. İki ayak üzerine kalkmakta zorlanıyor. Sarsılarak yine dört ayağının üzerinde duruyor.

 

“Dördüncü mü? Ne kadar güzel. Benimse ilk olacak.”

 

Çok genç, benim ilk gidişimdeki yaşta. İnsan dünyasının varlığını öğrendiğim günlere gidiyorum. Genç gözlerini bana dikmiş, aklımdan geçenleri okumaya çalışıyor. Zihin koruma kalkanımı kaldırıyorum, okumasına izin veriyorum.

 

Benim de tüylerim henüz yeni çıkmaya başlamıştı. Duyargalarım bile yeterince gelişmemişti. Sonra bir gün, Ke’nin kaybolduğu haberi geldi. Benim ilk çiftleşme törenimin kutsayanı… Onun parlayan tüylerine, iki ayak üzerinde hiç sallanmadan yürüyüşüne, gözlerinin dönüş hızına, sıçrama becerisine hayrandım. O Zeo gençlerinin hayallerini süslerdi. Çiftleşme törenimde izleyicilerin arasından salınarak çıktığında rengârenk olmuştum. Ben daha iki ayak üzerinde duramıyor, sadece yarım metre sıçrayabiliyordum. Neden beni seçtiğini hiç bilemedim. Yanıma gelmiş, beni ayağa kaldırıp karın kollarıyla vücudunu, vücuduma yapıştırmıştı. İzleyicilerin çılgınca zıplamaları arasında benimle yumak olmuş ve bir günlük kozada beni yüceltmişti. Onun kaybolduğunu öğrendiğimde rengim solmuş, uzunca bir süre kendime gelememiştim. Ke’nin kayboluşu hakkında kimse konuşmuyordu ya da ulu orta konuşulmuyordu. Zeo, hiç batmayan iki güneşi, zıplayacağımız geniş toprakları, beslendiğimiz rengarenk havasıyla evrende yaşamın olduğu tek yerdi daha doğrusu öyle olduğunu anlatmışlardı bize. Aynı zamanda kutsayanın da işi bittikten sonra unutulması gerektiğini söylemişti büyütücüler. Olmuyordu, Ke’yi, kozadaki o günü unutamıyordum bir türlü.

Bir gün büyütücüler kendi aralarında fısıldaşırken transferden söz ettiklerini duydum. Hemen akıl okumaya çalıştım ancak büyütücüler en güçlü kapananlar olduğundan neler dediklerini bir türlü yakalayamadım. Transfer, transfer… Ne demekti bu? O günden itibaren bu kelimenin peşini bırakmadım. Büyütücüler bendeki değişikliği izliyor, rengimdeki sabitlik onları rahatsız ediyordu. Heyecan ve mutluluktu bizim gezegenimizin hâkim duygusu. Rengarenk olmamız büyütücülerimiz için sevindiriciydi. Bir gün kendi aralarında konuşurlarken duydum insan dünyasını. Ke’nin oraya transfer olduğunu ve geri dönmediğini fısıldıyorlardı. Büyütücüler beni fark ettiler, her zaman yaptıkları gibi yumuşak tavırlarla ve anlayış içinde beni saflaştırma kampına aldılar. Uzun bir süre, sürekli insan dünyasının olmadığından, tüm bunların bir uydurma olduğundan söz ettiler. İnanmamıştım ama öyle davrandım tekrar renklendiğimi gördüklerinde rahatladılar. Oysa benim tek düşündüğüm şey Ke’nin peşinden gitmekti. Günlerce bunu araştırdım, sabitlerin saklandığı yerleri buldum. Sabitlerden biri gerçekten de bembeyazdı ve renk dönüşümüne hâkim olmasını hiç umursamıyor gibiydi. Benim neden gitmek istediğimi ve bu yolculuğa dayanacak gücüm olup olmadığımı sordu. Her şeyi göze alabilirdim Ke’yi bulmak için. İkna olmuş olacak ki Gökkuşağı Geçidini bulmam gerektiğini. Zamanla bu geçidin yerini öğrendim ve işte dördüncü kez yolculuğa çıkıyorum.

“Bense sadece bir arkadaşımdan duydum ve onun peşine takılıp geldim. Merak ettiğim tek şey var.”

“Karanlık ve gece”

“Evet, evet. Nereden anladınız?”

Nasıl anlamam! “Septinlerin hayal gücü sınırsızdır.” Bunu söyleyenler, eminim insan dünyasına bir kez bile gitmemiştir. Oysa burada en ufak bir düzensizlik yok, bizim gibilerin dışında. Gittikçe çoğaldığımızın farkında düzenleyiciler. Ellerine geçirdiklerini eski saflıklarına çeviriyorlar. Saf, temiz dünyam…Sabitin zihin aynasından yansıttığı insan dünyasının görüntüleri; kavgalar, savaşlar, cinayetler… Mücadele. Bir amaç uğruna yapılanlar. Bu genç Zeo’nun yerinde olmak isterdim. İlk kez geceyle tanışmak. Ne yapacağını bilememek. O ürperti! İlk gittiğimde nasıl da şaşırmıştım. Ke’yi aramayı bile unutmuştum.

Başımı gökkuşağı geçidine çeviriyorum. Diğer seferlerden daha yavaş ilerliyor. Sanırım kontrolleri sıklaştırmışlar. Yola odaklanmak istiyorum. Belki de bu kez geri dönmemeyi başarırım. Bir kez daha denemeliyim oralarda kalmayı. Belirsizlik çekiyor beni kendine.

Bir süre sustuktan sonra tekrar soruyor.

“Her seferinde geri döndünüz demek?”

“Gördüğün gibi,” diyorum.

“Ben orada kalmanın yollarını da öğrendim. Her şey garantili, inanın. İsterseniz sizinle de paylaşabilirim.”

“Böyle söyleyenleri çok gördüm. Yaşayıp öğreneceğiz. İnanma kimseye.”

“Çok görmek istiyorum insan dünyasını, her şeyi göze alacak kadar…”

“Doğru yerdesin o zaman.”

Genç Zeo bu deneyimi kaldıramayacak diye düşünüyorum. Belki de transfer sırasında parçalanır. Zima’ya da söylemiştim gelme diye ama ne çok ısrar etmişti. Bu yolda yok olan kaçıncı genç bu.

Kuyruk çok hızla ilerliyor. Yapacaklarımı tekrar geçiriyorum aklımdan. İnsan dünyası gözümde tütüyor. O korkular, heyecan, bilinmezlik. En çok da acı. Benim dünyamdan çok farklı güzellikler. Buraları görmek bile istemiyorum. Bir kez daha, belki de son kez bakıyorum uçsuz bucaksız morluklara, iki güneşin hiç eksilmediği gökyüzüne. Ne iğrenç, dümdüz bir yaşam. Yanımdaki sabırsız genç, dayanamayıp konuşuyor yine.

“İnsan dünyası nasıl n’olur biraz anlatın bana.”

“İnsanların içinde olmak, nasıl söylesem, hassas antenlerin olmadan yaşamak gibi. Gittiğinde ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaksın. Şu andan itibaren sadece yolculuğun tadını çıkar derim. Unut tüm bildiklerini. Zaten değişim bölümüne yaklaştık.”

“Değişimden sonra, insan suretiyle birbirimizi nasıl tanıyacağız?”

“Neden tanımak istiyorsun ki?” diyorum.

“Bilmem. Hani bir sıkıntı olursa diye, yabancı bir yerde.”

Bu arada ön tarafta, tam değişim bölümünün önünde hareketlenmeler oluyor. Koşuşturmacalar başlıyor. Vazgeçiriciler geçidi kapatıyor. Yakalayıcılar saflaştırmak için önlerine geleni bayıltıyor. Yanımdaki genç ne yapacağını şaşırmış bana bakıyor.

 

“Çabuk uzaklaş buradan diyorum.  Yakalanırsan tüm isteklerini silerler. Hemen kaç.”

Hayal kırıklığıyla “ama ya yolculuk?” diye soruyor.

“Sonra tekrar denersin. Belki ileride bir gün insan dünyasında karşılaşırız, kim bilir?” diyorum.

“Sizi nasıl tanıyacağım?” diye bağırıyor uzaktan.

“Etrafına iyi bak, ne kadar değişirsek değişelim bizler birbirimizi buluruz” diyorum sıçrayarak uzaklaşırken…