Allah’tan uzak bir yaşam sürmesiyle bilinen Saim Bey ya da Pera’da kurulan acımasız fiskos masalarındaki lakabıyla İspirtocu Saim Efendi’nin ani bir karar ile çileye girişinin üzerinden kırk gece geçmişti. Büyük dedesi cehri zikir üstadı Pir Ömer Halveti’nin yolundan giden İspirtocu halvete girişinin kırk birinci günü sabah ezanına yarım saat kala ağaç kavuğu namıyla anılan çilehaneden çıktı. Mevlevihane’nin koridorları sessiz ve soğuktu. Helaya girip aynadaki aksiyle göz göze gelince hayrete düştü. Kırk gece önce bu köhne binanın merdivenlerini çıkan sakal traşlı, tombul yanaklı adam gitmiş; yerine çember sakallı, suratı daha bir kemikli bir âdemoğlu gelmişti. Değişmeyen şey ise bakışları idi. Yıllar yılı tanık olduklarının ağırlığıyla mı yoksa çocukluğunda geçirdiği hastalıktan mı olduğunu bilinmez gevşeyip sarkmış göz kapakları ve oynana oynana eskimiş birer bilyeyi andıran, ışığını çoktan yitirmiş gözleri bıraktığı yerde duruyordu. Kendisinden çalınan ışığı verecek bir Promete çıkacak mıydı karşısına? Aklına bu düşünce gelince, “Kırk gün zikre daldın, yine iflah olmadın!” diye payladı kendini. Neden sonra pencerelerden koridora yayılan güneş ışınlarına takıldı gözü. Ardından yatakhane tarafından, “Agâh ol dedem,” bağırışı duyuldu. Bu bağrışı sabah ezanı takip etti. Şimdi ayak sesleri doldurmuştu koridoru. Kırk kere yirmi dört saat uzak kaldığı insanlıkla tekrar karşılaşmak, aynı sohbetleri yapmak ve meraklı gözlerin yönelteceği iyileşip iyileşmediğine dair sualleri yanıtlamak o an gözüne öyle korkutucu geldi ki koğuşa gidip uyumanın daha evla olacağına kanaat getirdi. Sırf bu nedenle daha çocuk yaştan beri gündüz uyuyup gece yaşamayı alışkanlık haline getirmemiş miydi? Dahası geceleri dolanıp gündüzleri ortalarda görünmez diye mahalledeki çocuklar ifrite çıkarmamış mıydı adını? Bu menem hatıralar aklına geldiğinde adet edindiği üzere gülümsedi. Ardından hızlı adımlara yatağına yöneldi. İki kelam sohbet için ondan yana seğirten adamları belli belirsiz baş selamıyla savıp mihmanhaneye vardı. Şimdi yumuşacık yastıktaydı başı. “Ömrü hayatımda huzur bulduğum tek an,” diye geçirdi içinden. Uykuya dalmadan önceki dakikalar gerçekten huzurlu hissettiği yegâne zamandı arz üzerinde. Uyku ölümdü. Ölümün olduğu yerde o, onun olduğu yerde ölüm görünmezdi. Geriye ölüme en yakın an kalırdı. Uykuya dalmadan hemen öncesi. Yaşarmış ama yaşamaya dair tüm çile omzundan alınmış gi…
“Çileni doldurmuşsun diye söylediler,” dedi kapı eşiğinden başını içeri uzatmış tok sesli adam. Kamburunun yaptığı ağırlıktan mı bilinmez, elindeki bastonla bile zorlanıyor gibiydi ayakta durmakta. Az önce uyanmış, elleri başının ardında toplayıp uzandığı yerden tavanı izleyen İspirtocu, Dede Osman Efendi’nin sesiyle doğruldu. “Doldurdum Dede Hazretleri,” dedi üstünü başını düzeltmeye çalışırken. Doldurdum derken gözünün önünden geçen bulut Osman Efendi’nin gözünden kaçmadı. “Bu sefer hangi hatıra denizinde boğarsın kendini?” diye sorup ekledi: “Kırk günün sonunda dışarı koşup yaşamın tadını çıkarmaktansa bizim alçı tavana dikmişsen gözleri, halvet çilen dolsa da dünya çilen dolmamış demektir.” Ne diyeceğini bilemeyen Saim Efendi böyle anlarda adet edindiği üzere alakasız bir lakırdı etti: “Oturmaz mısınız Dede Hazretleri?” Yaşlı adam ağır adımlarla yatağın başına vardı. İspirtocu yardım edecek olduysa da gerek kalmadı. Az önceki haline tezat olacak bir çeviklikle bastonu bırakıp yatağa oturdu yaşlı adam. “Kalbine elem salan dün mü, yarın mı?” dedi elini İspirtocunun dizine koyup. Dizindeki adeta bir ölününkini andıran sarkmış derili, yaşlılık lekeleriyle kaplı ele birkaç saniye baktıktan sonra, “Dün olan geçti,” dedi. “Yarın desen o zaten ortalarda yok!” diye yanıtladı bu lafı Osman Efendi: “O halde derdin bugünle mi?” İspirtocu bir süre sessizce yere baktı. Kaçıncı kez buluşuyordu gözleri toprakla, mermerle, yerle? Nedendi bunca göz kaçırış, bunca dalış? Otuz yıllık ömründe kendi suallerine cevap bulamamışken nasıl yanıtlardı başkalarının sorularını? Bu düşüncelerle bir süre meşgul olduktan sonra, “Dün ve yarın bir oldu bugünümü çaldılar Dede Efendi,” dedi. Son iki seneyi hekimden hekime, sanatoryumdan hastaneye savrularak geçirip son çare Mevlevihane’nin kapısını çalan bu kederli gencin yüreğinin şifa bulmadığını gören Osman Efendi, “Misafirimiz ol bir süre daha,” dedi. Şimdi onun da sesinde keder vardı. “Yol bekler,” diye yanıtladı İspirtocu bu daveti.
Kırk günlük çile boyunca birkaç defa buhrana girse de mey içmek için dışarı çıkmaya yeltenmeyen Saim Efendi sokağa çıktığının onuncu dakikasında Galata’nın yanı başındaki Levanten Meyhanesinde demlenirken buldu kendini. İbriği eğmiş bardağını doldururken bakır kabın içindekinin ne ara bu kadar eksildiğine şaşırdı. Cep saatine bakınca oturalı neredeyse bir saat olduğunu fark etti. Saati cebine soktuktan sonra akşamdan beri ilk kez olarak çevresinde dolaştırdı bakışlarını. Geldiğinde dışarıdan vuran akşam güneşinin göz alıcı ışığı yerini lüks lambalarından yayılan solgun sarı ışığa bırakmıştı. Şaşkın gözlerle etrafı bir süre daha süzen adam ibriği tekrar eline aldığında içinde mey namına bir şey kalmadığını fark etti. Cebinden çıkardığı liraları saymadan masaya bıraktıran sonra ayaklandı. Daha bu sabah çilehaneden dışarı adım attığı andaki gibi sendeledi. “Bu da benim çilem,” dedi. Söylediğini duymamıştı kimse. Adım atacak oldu ki ayağı kaydı. Yan masadaki adamlardan biri kalkıp kolundan yakalamasa devrilecekti. Teşekkürler maiyetinde bir şeyler söylemek istese de öyle tuhaf sesler çıkardı. Adam uzak diyarlardan lisanını bilmediği bir yabancı ya da bir meczupla karşı karşıya olduğunu sandı.
Uzun zamandır uğramadığı evinin kapısını zor da olsa açtı. Galata’dan Pera’ya nasıl gelmişti? Yürüyerek? Arabayla? Şayet yürüdüyse bunu nasıl becermişti? Küf kokusu karşıladı İspirtocuyu. Karanlıkta duvarlara tutuna tutuna odasına varıp kendini yatağa bıraktı. Huzur. Tak, tak, tak! Gözlerini açtı. Tak, tak, tak! Karşısında tavan vardı. Tavanlardan varırdı nerede olduğunun ayırdına. Kapı ısrarla vurulunca bu işten kurtuluş olmadığına kanaat getirip ayaklandı. Koridoru ağır adımlarla geçti. Kapıyı açtı. Çarşaflı bir kadın vardı karşısında. Üzerinden yayılan parfüm kokusunu geceler boyu içine çekmiş olmasaydı kadını tanımayabilirdi belki. “Nahit!” dedi şaşkınlıkla. Uzun zamandır ilk kez şaşırdığını fark etti o an. Nahit hızla içeri girip koridorun sonundaki salona geçti. O vakitler yalnızca Pera’da rastlanabilecek Fransız işi apartman dairesine her geldiğinde yaptığı gibi tekli koltuğa oturdu. Sonra hızla kalkıp perdeyi araladı. Pera’da oradan oraya koşturan kalabalığı izledikten sonra çarşafını çıkardı. Şimdi yeşil ipek elbisenin içerisindeki ince bedeni ve ela gözlerin süslediği keskin hatlı yüzü ortadaydı. “Beyazıt’ın ilk kez fil görmüş askerleri gibi bakmayı sürdürecek misin?” diye sordu kapı eşiğinde dikilen Saim’e. Uyku mahmurluğundan az önceki yaşadığı şaşkınlıkla kurtulan İspirtocu, “Neden geldin?” dedi bir çırpıda. Belli etmese de konuşmakta zorlandı. Nahit tekli koltuğa oturup adet edindiği üzere koltuğun içinde kaybolduktan sonra, “Bir aydır seni soruyorum. Bulamayınca arkadaşlarına haber saldım. Başta yine hastaneye yattın diye düşündüm. Meğer manastırlara kapatır olmuşsun artık kendini!” kadının sesinde alay vardı bu sefer. “Manastır değil, Mevlevihane!” dedi Saim. Kadın cevap vermeden önce Pera’dan yükselen bağırtıya kulak kabarttı. Neden sonra, “Nasılsın?” diye sordu. İspirtocu aynı sahneyi defalarca yaşamıştı. Hayatı iyi de gitse kötü de gitse geçmişten gelen bu hayaletin aklına her düştüğünde kendini gösterip sonra da ortadan kayboluşundan bıktığından konuşmayı sürdürmek istemedi. O an, ilk kez olmak üzere, gitmesini istedi Nahit’ten. Şaşkınlık sırası kadındaydı. “Ne demek gitmeni istiyorum?” dedi delici bakışlarını İspirtocunun çevresi kara halkalarla bezenmiş gözlerine dikerek. “Git ve bir daha karşıma çıkma. Rica ediyorum.” dedi İspirtocu. Başta her zamanki kavgalardan birini edeceklerini uman kadın karşısındaki adamın konuşmaya dahi niyeti olmadığını görünce bir süre ne yapacağını bilemez halde durdu. Ardından ayaklandı. Çarşafını üzerine geçirdi. Hareketlerinde bir ağırlık, ne yapacağını bilmez bir tavır vardı. Kapıya kadar bir şey demeden yürüdü. Dışarı adım atmıştı ki hızla döndü gerisin geri. İspirtocu yorgun bakışlarla izliyordu onu. “Vedalaşmayacak mıyız?” dedi Nahit. Sesinde hüzün vardı. “Seneler önce vedalaşmalıydık,” dedi İspirtocu. Kapı gıcırtıyla kapandı.
Osman Efendi uyandı. Bakışları tavanla buluştu. Adet edindiği üzere üzerine sabahlığını alıp helanın yolunu tuttu. Ardından odasına döndü. Tercümân-ı Hakîkat’in o günkü sayısı yatağının üzerine bırakılmamıştı. Hazırlanıp koridora çıktığında yardımcısı Kalender Necip’i her sabah olduğu gibi karşısında buldu. “Günaydın Necip Çelebi,” dedi gülümseyerek. “Günaydın Dede Hazretleri,” dedi ömrünün yarısını bu adamın kapısında gönüllü geçirmiş adam. “Gazeteyi basmamışlar mı bugün?” diye sordu merakla. Yıllardır ilk kez gazetenin odasına bırakılmamasındaydı aklı. “Basmışlar Efendi Hazretleri,” dedi Necip. Sesinde tereddüt vardı. “O halde nerede?” dedi yaşlı adam koridoru adımlarken. Necip’in ses etmediğini görünce merdivenlerin başında durdu. Yardımcısından yana döndü. Adamın gözlerinde ne yapacağını bilmeyen ademoğullarına özgü o kararsızlık vardı. Neden sonra gömleğinin iç cebindeki kâğıtları çıkarıp Osman Efendi’ye uzattı. Osman Efendi bunca sayfa içerisinde gazetenin kendisinden saklanma gerekçesini bulmakta güçlük çekeceğinden Necip’e uzattı gerisin geri. Kalender Necip Tercümân-ı Hakîkat’i saklama gerekçesi olan mürekkep yığının üzerine parmağını koyup tekrar uzattı Dede Efendiye.
“Galata açıklarında bir balıkçı teknesince dün gece geç saatlerde bir erkek cesedi bulundu. Adamın üzerinden çıkan hüviyetten anlaşıldığına göre bu kadersiz şahıs Halvetiye tarikatının piri Ömer Halveti’nin büyük büyük torunu, müderris Saim Efendi’den başkası değildir. Güvenilir kaynaklardan edinilen bilgiye göre son birkaç yıldır ruhi ve asabi bunalımlar geçirmekte olan adamın ölümünün sebebi intihar olsa da son vakitlerde alkolü iyiden iyiye abarttığından sarhoş vaziyette denize düşmüş olma ihtimali üzerinde de durulmaktadır.”
Kâğıdı titreyen elleriyle Necip’e uzatan Osman Efendi berikinin, “Bugün isterseniz yürüyüşe çıkmayalım Efendi Hazretleri?” önerisine, “yol bekler” yanıtını verdi.