Jane kendisi için ayrılan masaya oturduğunda karışık duygular içindeydi. Bir yanı İstanbul’da böyle seçkin bir toplantıya katılma şansı verdiği için Tanrı’ya şükrediyor ama diğer yanı da inatla terkedilmiş hissetmeye devam ediyordu. En arkadaki üç kişilik masayı görünce hafifçe duraksadı. Masada oturan yaşlı bir adam onu görünce ayağa kalktı. “Hoş geldiniz. Ben Robert. Tanıştığımıza memnun oldum, küçük hanım.” Adam eline zarif bir öpücük kondursa da eldivenlerini çıkarmamış olmasına memnun oldu.  Yaşlı adam insanda küvete sokup yıkama isteği uyandırıyordu. “Jane Appleton” dedi. Memnun olduğunu ekledi isteksizce. Adam elini kulağının arkasına dayayıp özür dileyince Jane, adını bir kez daha biraz daha yüksek sesle tekrarladı. Neyse ki aralarındaki sandalye boştu. Etrafa bakınıp Elizabeth’i arandı. Babasının masasında yanında oturuyor. Masadaki diğer kadınlarla sohbet ediyordu. Yanındaki sandalyenin boş olması iyi geldi. Bütün öğleden sonrayı bu adamla geçirmek pek keyifli olmayacaktı.  Adamla göz göze gelmemek için etrafa bakındı. Kabartılıp firketeyle tutturulmuş saçlar görüşüne engel oluyordu. Herkes alkışlayınca orkestranın olduğu tarafa bakındı. Solist eline kastanyetler takıyordu. Erkekler şarkıyı tanımış olmalılar ki, “ole” diye bağıranlar bile oldu. Garson önüne bir kâse çorba koyunca dikkati parlak sarı renkli çorbaya takıldı. Amerikan Ticaret Odası Başkanı Bay Ravndal’ın evinde kaldığı birkaç gündür hayatında görmediği bir lüksle karşılaşmış ama Bayan Ravndal’ın kendisi gibi misafirler için özel odada kaldığı için hizmetçi yemeği yemişti. Kaşığını kâsenin içinde gezdirirken çekingenliği fark edilecek mi diye yeniden etrafa bakındı.  Solist “bir İspanyol hayatımı aydınlattı” sözleriyle başlayan şarkıya geçmişti, herkes el şaklatıyordu. Jane çorbadan bir yudum ağzına götürdü. Görüntüsünün aksine hiç tanımadığı tuhaf bir koku geldi burnuna. Peçetesiyle ağzını silip, kaşığı yerine bıraktı. Yaşlı adam “İsveç Kadife Çorbası” dedi, “kuşkonmaz sevmiyorsunuz anlaşılan.” Jane gülümsedi. Adam boş sandalyenin çorbasına uzandı. “Sanırsam bu misafir gelmeyecek. Ben her şeyi yiyemiyorum. Malum yaşlılık.” İşaret parmağını ağzının kenarına soktu, iyice gerdirerek bir zamanlar azı dişlerinin yer aldığı rengi solmuş diş etlerini gösterdi. Jane kalkıp sokakta dolaşabilmeyi arzu etti. Şarkının son notalarını hep birlikte söyleyip “ole” diye bağırdılar. Jane masaya gelen sarı saçlı genç adamı fark edince irkildi.  Genç adam elini uzatıp “Mark Peet” dedi. “Kusura bakmayın, geç kaldım.” Jane adamın özür dilemesini garipsedi. Birlikte gelmeyi vaat etmemişti sonuçta. Adını söyledi, belli belirsiz reverans yaptı. Yaşlı adam atıldı, kendini tanıttı. Adını duymuştu. “Tütün işindeydiniz değil mi?” “Evet” dedi adam, “tütün simsarı diyorlar bana.” Ardından diş etlerini göstererek kahkaha attı. Jane soru sormadı. Masanın üzerindeki Amerikan ve Osmanlı bayraklarını simetrik hale getirdi. Mark önünde duran boş tabağa baktı. Yaşlı adam arsızca gülümsemeye devam edip durumu açıkladı. “Bu küçük hanım çorbasına dokunmadı. Onu içebilirsin.” İkisinin de cevabını beklemeden. Kâseleri yer değiştirdi. Jane hiçbir şey söyleyemedi, genç adamın gözlerine özür dilercesine baktı. Mark yaşlı adamın duymayacağı şekilde kulağına eğildi. “Başkalarının davranışlarından kendinizi sorumlu tutmak zorunda değilsiniz.” Jane bu hızlı giriş karşısında afallamıştı. Bir şey söyleyemedi. Mark’ın gözlerinin menekşe rengi olduğunu o zaman fark etti.

 

Toplantının yöneticisi Doktor Browen ayağa kalkıp, bardağına çatalının ucuyla vurunca herkes sustu. Bay Ravndal konuşmasına odanın üç yılda ne çok iş başardığıyla başladı. Bayan Ravndal’ın tersine neşeli bir adamdı. Özenli tıraş edilmiş kırmızı sakalı ve kolalı yakasıyla tütün simsarıyla tam bir tezat oluşturuyordu. Jane bir şekilde kaptırmıştı kendini adamın konuşmasına. Hayal meyal bir anı geldi gözlerinin önüne. Babasını hatırladı. Şöminedeki odunun çıtırtısını. Babasının piposunun kokusu. Kızıl sakallarına dokunmanın verdiği huzur. Uyku…

 

Garson önündeki tabağı değiştirince kendine geldi Jane. Çatalının ucuyla inceledi yemeği.

 

“Türk Tabağı” dedi Mark. “Ali Paşa Usulü Patates kızartması ve sigara böreği.”

“Sigara böreği mi?”

“Türkler için sigara kötü bir şey değildir.”

“İs kokusu geliyor sanki.”

“Adına takılma. Daha önce böyle bir şey yemediğine eminim.”

 

Jane böreğin çıtırtısını şaşkınlıkla karşıladı. Eliyle düşen parçaları tutmaya çalıştı. “Özür dilerim.” Mark gülümsedi. “Afiyet olsun.” Yaşlı adam aniden lafa girdi. “Gençken dişlerinin kıymetini bil, küçük hanım. Yoksa benim gibi uzaktan bakarsın böreklere.” Jane yarım kalan böreğini tabağına bıraktı.

 

“Ne zaman geldin İstanbul’a?”

“Dört gün oluyor.”

“Nerede kalıyorsun?”

“Bayan Ravndal’ın yanında. Genç Hristiyan Kadınlar Birliği’nin[1] onursal üyesi kendisi. Yurtlar yanınca beni misafir ediyor, sağ olsun.”

“Burada ne yapacaksın?”

“Burada kalmayacağım. Bardizag[2] Okulu’nda matematik öğreteceğim.”

“Orası erkek okulu değil mi?”

“Evet. Daha önce de öğretmenlik yaptım.”

 

Jane alışıktı erkeklerin şaşırmalarına. Mark’ın alıcı gözüyle baktığını fark etti. Kızıl perçemlerini kulağının arkasına itti. Göz göze gelmemek için konuşma yapan adama çevirdi yüzünü. Gür bıyıklı, beyaz tenli bir adamdı.

 

“Talat Paşa” dedi Mark, “iç işleri bakanı diyebiliriz.”

“Daha önce bir devlet adamına bu kadar yakın olmamıştım. Beklediğim kadar heyecan verici değilmiş.”

“Yine mi suçluyuz yani?”

Gülümsedi. “Siz burada mı yaşıyorsunuz?”

“Hayır. Ben Harput okulunda psikoloji dersi veriyordum. Savaş geliyor. Hiçbir yerin tadı kalmadı. Artık ailemin yanında olmak istiyorum.”

 

Doktor Browen, Talat Paşa’nın konuşmasını İngilizce özetledi. Osmanlı hükümetinin Amerika’yla ticari faaliyetlerin arttırılması konusundaki iyi dileklerini belirttiğini söyledi. Jane ve Mark alkışlayan misafirlere katıldılar. Garsonlar ellerinde tepsilerle gelip üzerine votka döktükleri etleri ateşe verince hafifçe sıçradı Jane. Mark gülümsedi. Gösteriyi izlemek üzere dönmek için elini Jane’nin sandalyesinin arkasına attı. Başka şartlarda olsa rahatsız olurdu, hatta itiraz bile edebilirdi. Ama sesini çıkarmadı. Yaşlı adam yine yüksek sesle konuşmaya başlayınca sırtını sandalyesinin arkalığına yasladı. “Tokatlıyan’ın imza yemeğidir bu. Bir Fransız piçinin uydurduğu harika bir yemek. Adı aklıma gelmiyor pezevengin.” Mark gülümseyerek “şatobiryan”[3] dedi.

 

Doktor Browen herkese teşekkür ettikten sonra “maestro, dans müziği” diyerek misafirleri dansa davet etti. Şarkı eğer elimde olsaydı[4] adını taşıyordu. Jane müziği duyunca gülümsedi. Mark bu fırsatı kaçırmadı.

 

“Gülümsemek çok yakışıyor.”

“Geçtiğimiz yıl Noel yemeğinde çaldık bu şarkıyı. Onu hatırladım.”

“Neredeydin?”

“Michigan’da büyüdüğüm okulda öğretmenlik yapıyordum.”

“Büyüdüğün okul derken?”

Çok soru soruyorsun demek istedi Jane ama istemsiz cevap verdi. “Yetimhanede büyüdüm ben.”

“Çok üzüldüm. Aileni ne zaman kaybettin?”

“Babam itfaiyeciydi ama kendi evini söndüremedi. Ben teyzemde kalıyordum o gece. Neyse…”

Mark elini, Jane’in elinin üzerine koymak istedi. Gerçekten üzüldüğünü görebiliyordu. İlk kez birisi onu dinliyor, duygularını önemsiyordu. “Teşekkür ederim.”

 

Sessizliği yaşlı adam bozdu. “Hey, kalkıp dans etsenize siz! Bir de genç olacaksınız. Bacaklarınız sizi taşırken keyfini çıkarın. Yoksa benim yaşıma geldiğinizde pişmanlıktan öleceksiniz.” Mark “pekâlâ” dedi, elini uzattı. Jane kararsız, yaşlı adama baktı. “Haydi, haydi.”

 

Pistin kenar kısmına gelince durup elini uzattı Jane. Şarkının ritmini yüksek tutuyordu orkestra. “Burası daha iyi. Dans etmeyi pek bilmem.” Mark elinden tutup daha yavaş bir ritimde salınmaya başladı. Yine güvenlik duygusu sardı Jane’in içini. Şarkının sözlerini dinledi.  Eğer elimde olsaydı iki kişilik bir cennet yaratırdım ve senin için elimden gelen her şeyi yapardım… Okuldaki kız öğretmen arkadaşıyla dans etmekten çok farklıydı yaşadığı. Bitmesin istedi. Rahatlamaya başladı kasları. Yavaş yavaş yakaladı ritmi gövdesi. Mark daha bir güçlü sardı belini.

 

Mark gitmekten vaz geçmiş. İkisi Bardigaz Okulu’nda öğretmenlik yapıyorlarmış. Bir sürü oğlan çocukları varmış. Ormanın içindeymiş okul, her sabah kuş sesleriyle uyanıyorlarmış…. Alkışlar eşliğinde yerlerine geçerken elini bırakmadı Mark. İtiraz etmedi Jane.

 

“Yarın bana İstanbul’u gezdirir misin? Senin tecrübelerini duymak isterim.”

Hemen cevap vermedi Mark. Jane’in sandalyesini çekerek oturmasına yardım etti. Sandalyelerine yerleştiklerinde elini elinin üzerine koydu.

“Çok isterdim ama yarın sabah gemiyle İstanbul’dan ayrılıyorum.”

 

 

 

 

 

 

 

 

[1] Young Women’s Christian Association, YWCA

[2] Günümüzde Başiskele, Kocaeli

[3] Vicomte de Chateaubriand

[4] If I had my way, Söz: Lou Klein, Beste: James Kendis, İlk kayıt: Ethel Green, 1913