Çelik, demir raylar, gökyüzüne kafa tutan elektrik donanımı…Birbirine çarpacakmış gibi ilerleyen, beyaz yılanlara benzeyen hız trenleri… Çarpışacakmış gibi birbirinin üstüne gelirken anında yön değiştiren, korkutan kocaman yılanlar. Beton, çelik, cam yığını gökdelenler Ekose bir kumaş gibi birbirini kesen demirden yollar… Birbirinin altından, üstünden geçen çok şeritli karayolları kat kat, basamak basamak.  Alt tarafı masum bir ulaşım ağı. İnsanın gideceği yönü seçemeyeceği kadar karışık, şaşırtan, bir labirent… Yeşilden, maviden eser olmayan bir doğa. Kül rengi gökyüzü…Siyah beyaz, savaş sonrası fotoğrafı gibi. Tam distopik bir görünüm. Teknolojik gelişmeleri anlatan, hatta göklere çıkartan bu videoyu izleyince irkildim.

Zaman zaman teknolojiyi, kolaylıklar yanında bazı değerleri yok ettiği, insanları tembelliğe alıştırdığı için eleştirirdim. “Bence yeni geliştirilen teknolojik bir ürüne ulaşma hırsı gereksiz tüketime yol açıyor, daha iyisini almak isteyen tüketiciler kapitalizmin ekmeğine yağ değil, bal kaymak sürüyorlar,” deyince arkadaşlarım kınayarak bakarlardı bana. Onlara göre abartıyordum…

Kendimi mutsuz, bunalmış duyumsadım. Neden hep böyle bir ortamda yaşamak zorundaydım ki? Nerde benim ütopyalarım? Aniden verdiğim kararla çok gerekli birkaç eşyayı sırt çantama doldurup devden çıktım.

Aklımda hiçbir yer adı yoktu. Gideceğim yer teknolojinin toprağı, denizi, gökyüzünü ormanları bozmadığı bir yer olmalıydı. O meşhur romanının öğütlediğini yapacak, yüreğimin götürdüğü yere gidecektim. Devamlı dayatmalarla bana yol gösteren birilerinin olmayacağı bir yere… Tek başına ve özgür.

Hiç düşünmeden   epeyce yürüyüp önüme   ilk çıkan otobüse el kaldırdım. Parasını ‘son durak’ diyerek ödedim. Nasıl bir son duraksa?

Oturduğum ön koltuktan, gri bir yılan gibi uzanan yolun iki yakasının ufukta birleşerek oluşturduğu üçgen, sonsuzluk duygusu oluşturuyordu. Başımı yasladığım camdan geçip giden, bulut gölgeli dağlar, kuş konmuş telgraf telleri, kol kola girmiş ağaçlar, tarlalar, uyur gibi dağlara yaslanmış evler, ineklerin otladığı çayırlar anlatamadığım bir sevinç uyandırıyordu içimde. Yeşil tepedeki evlere dolana dolana çıkan incecik yollar bir hediye paketini bağlayan kurdeleler gibiydi.

Son durakta otobüsten indim, bir zaman çevreyi inceledim. Ani bir kararla caddeden karşıya geçerek kasaba pazarında alışverişini bitirip köylerine gitmek için araba bekleyen çoğu kadın yolcuların arasına katıldım.

Binmemiz için gelen araca şaşkınlıkla baktım. Sanki ilk icattan sonra hiçbir aşama geçirmemiş, teknolojinin el dokundurmadığı eski model üstü açık, cip, kamyonet arası komik, garip bir araba vardı karşımda. İzlediğim videodaki çok gelişmiş trenler, birbirine dolanmış yollardan sonra bu araba ne kadar da masumdu. Yolcuların sepet ve çantalarıyla tıklım tıklım dolan arabanın kasasına yerleştim.

Ormanın içinde, bozuk, bol bükümlü yollarda zorlukla ilerliyordu garip araba. Yıkık dökük, her çukurda, tümsekte, sarsılan, biraz sonra vidaları yerinden oynayıp tekerlekleri bayırlardan yuvarlanıp gidecek neredeyse. Yaz olduğu için tentesi takılmamıştı. Ağaç dalları saçlarımda yeşil, serin dağ kokuları bırakarak başımı dalayıp geçiyordu. Deli gibi seviniyor, neredeyse saçlarıma değecek kadar eğilmiş çam dallarına tutunup havalanmak istiyordum.

Başımı arkaya devirip gökyüzüne bakıyordum, sanki mavi üzerine yeşil resimler yapmıştı birileri… Çimenlerin arasındaki iki ayağın yan yana sığamayacağı patika yollar araba yoluna, özlem ve kıskançlıkla bakıyordu.

Çamların, diğer ağaçların henüz göklere kafa tutamayan genç dalları yerlere kadar eğilmiş, toprak yollarda koyu gölgeler bırakmıştı. Bazen de birbirine değecek kadar yaklaşmış dalların oluşturduğu yeşil bir tünele girip kayboluyordu arabamız. Sanki ellerimi uzatsam gökyüzüne değdirecektim. Öylesine coşkulu ve mutluydum ki. Havayı kokluyor, yeşil çimenin içinde müzik portesine benzettiğim yolların fotoğrafını çekiyor, durmadan gülümsüyordum.

Arabadaki köylü kadınlar, güldükleri belli olmasın diye ağızlarını tülbentleriyle örtmüş başlarıyla işaret edip kaçamak bakıyorlardı bana. İçlerinden “Deli midir nedir?” dediklerini duyumsuyordum. “Hiç önemli değil. Asıl onlar deli! Coşkumu bilemedikleri, bu güzellikleri benim gibi duyumsayamadıkları, doğayı benim kadar sevemedikleri için,” diye geçiriyorum içimden. Onlar özlemeyi bilmiyorlardı ki.

Çayırlarda, ineklerini otlatıyordu yaşlı bir kadın, küçük bir çoban, delişmen bir genç kız… Yanlarına gitmek geçiyordu içimden… İneğin alacasında, küçük buzağının lacivert gözlerinde, uzun kınalı kirpiklerinde kalıyordu aklım.

Ben, havayı koklayıp coşkuyla yerimde duramazken bana “Deli mi ne?” dediklerini düşündüğüm kadınlar, sandaletimden görünen ojeli tırnaklarıma, saçlarımın boyasına, giyimimdeki kentliliğe özeniyorlardı. Kentte, büyük pencereli, tül perdeli, balkonlu, beyaz taşlı tuvaleti olan, suyu içinde bir evde oturduğumu düşünüp beni kıskanıyorlardı mutlaka. Işıklı caddelerde gezmeme, kemikleri yamulmamış ellerime, her şeyi hazır bulmama imreniyorlardı. Nereden bilsinler benim yol boyunca gördüğüm, önünde bahçesi olan, sıradan köy evlerinden birine sahip olmanın hayalini kurduğumu. Hani şöyle tenekelere çiçek dikip kışlık odunları düzgün istifleyip telle çevrilmiş köşede tavuk, keçi besleyerek yaşayacağım küçük bir evi; akşam olunca üzerinde kaynayan suyun sıçrayıp cızırdattığı, alevlerinin gölgesi duvarda dans eden bir sobayı özlediğimi. Birden sobanın fırınında pişen elmaların kokusu burnuma ulaştı. Neşeme hüzün bulaşıyor, gerçekleşmeyecek hayallerin yalnızca derin bir özlem tadı bırakması içimi acıtıyordu.

Bunları düşündükçe coşkum azalıyordu. Bulunduğum koşullardan, kurulu düzenimden, sorumluluklarımdan kopup istediğim yaşamı neden gerçekleştiremediğim düşüyordu aklıma. İstediğim yolu çizemeyişime hayıflanıyordum. Kaç kez hayaller kurduğumu, hiçbir zaman böyle bir ataklığı, kararlılığı gösteremediğimi düşünüp kararıyordu duygularımın ateşi. Yıllardır yakılmayan, teni buz bir sobaya dönüşüyordu yüreğim.

Alabildiğine çevremi inceliyordum, gördüklerimi beynime kazımak, yüreğime yerleştirmek bir daha unutmamak için. Birbirine yaslanmış gibi yan yana evlerde yaşam alabildiğine hareketli. Bahçelerde bağlı hayvanlar, sokakta eşinen tavuklar, bağırarak oynaşan çocuklar. Artık yol değil, yollar uzanıyordu önümüzde. Alabildiğine geniş çimenler üzerinde gidiş gelişlerle oluşmuş, tek kişinin yürüyebileceği bu incecik toprak yollar, her evin kapısına uzanıyor, içeri götürüyordu gelenleri. Birbirine dolanmayan, dingin, sevimli yollar.  Yeşil kâğıt üzerinde bir porte, insanlar üzerinde kıpırdaşan notalar. Fonda Pastoral bir senfoni.

İçim huzur doluyor, “Ne iyi yaptım bu yolculuğa çıkmakla, bunu sık sık yinelemeliyim,” diye düşünürken yaşlı bir insan gibi ohlayıp pohlayarak tırmanıyordu araba önündeki dik yokuşu. Birden geri kaymaya başladı, kasada oturanlar savruldu birbirlerinin üstüne. Sepetleri, çantaları devrildi, korkuyla haykırmaya başladılar-başladık- Bulunduğumuz yer öylesine dik ki. Devrilsek derenin yatağında durabiliriz ancak. Biz mi parçalarımız mı? “Sonum böyle mi olacaktı, üstelik bu kadar mutluyken, yaşamın anlamını sorgulamaya başlamışken,” diye geçiriyordum içimden.

Allahtan araba birkaç zikzak yapıp yan döndü. Kalın bir ağaca çarparak durabildi. Yerinden fırlayan tekerleği büyük bir hızla yuvarlandı yokuş aşağı. Yuvarlandıkça hızlandı, gürültüsü korkumuzu artırıyordu, sanki yuvarlanan bizlerden biriymişiz gibi… Korku ve heyecan içinde bir günde ne çok duygu yaşadığımı düşündüm. Doğa, temiz hava, orman; yetmedi adrenalin şoku… Kadınlar korku içinde bağrışıyor, benim yerime de soruyorlardı.  “Nasıl kurtulacağız buradan?”

“Korkmayın,” diyordu sürücü, kendi panik içinde. “Dua edin ağaçlar durdurdu arabayı. Değilse sulara karışırdı parçalarımız. Sakin olun! Şimdi bir çekici çağıracağım, iyi ki teknoloji var.”

Sanki başıma vurulmuş bir cümle. “İyi ki teknoloji var!”  Sen misin teknolojiyi hor gören!

İyi ki varsın Teknoloji…