Nâlân yataktan güçlükle kalktı. Yağmur yağacaktı besbelli. Siyah panterler gibi sıralanmıştı bulutlar. Tüylü terliklerini sürüyerek tuvalete doğru yürüdü. Duvardaki çatlak aynaya bakarken görüntüsüne yabancılaştı. Başkasına ait olmalıydı o yüz…

Yalpalayarak salona geçti, pencereyi açtı. Siyah panterler kükredi. Ses odada yankılandı. Yoldan araba geçmediğini fark etti. Sokak bomboştu. Pencereyi kapadı.  Üşüyünce, ter kokan gri bir kazak geçirdi üstüne. Mutfağa doğru yürüdü cansız adımlarla. Hayata karışmak için hiç isteği yoktu. Yıllardır böyleydi…

Kurtların kemirdiği tahta dolaptan kahve öğütücüsünü çıkardı. İki ölçü çekirdek kahveyi, “espresso ayarında” öğüttü. Ocağı yaktı. Mutfak penceresine yanaştı. Çimlerin üstünde iki kedinin kavga ettiğini gördü.

“Aayy! Yeter! Susun! Sizi mi dinleyeceğim sabahın köründe? Her tarafım ağrıyor zaten. Niye doğdum ki ben? Güneşli gün görmedim. Tepemde hep bir gölge! Nereye gitsem peşimde!”

Kahveyi içti, tekrar salona geçti. Göğsünün ortasında çığlık atan martılar vardı sanki. Hemen kumandaya uzandı, televizyonu açtı.  Parkta oturan bir kadın belirdi ekranda. Kucağında da iki kedi! Dikkatli bakınca, kendi yüzünü gördü Nâlân.

“Deliriyorum galiba. Ne işim var benim televizyonda? Kucağımda da uyuz kediler. Olacak şey değil!”

Parktaki Kadın’ın yüzünde, Nâlân’ın aksine hüzünlü bir yumuşaklık, çocuksu bir merak mevcuttu.

“Beni hatırlamadın değil mi? Annem tıpatıp aynı görünen iki bebek doğurunca, kolay unutuldum. Biz o mağaradayken, sadece senin canlı çıkacağını biliyordum. Oysa dünyayı birlikte keşfedeceğimizi söylemiştin. Yanıldın Nâlân. Önce sen çıktın, ilk nefesini bıraktın dünyaya. Bense doğar doğmaz morarmaya başladım. Geri döndüm geldiğim yere. ‘İkizlerden birini kaybettik’ dediler herkese. Oysa hiçbir şey kaybolmaz evrende, sadece yeri değişir. Nazan koyacaktı babam ismimi. Nazan’la, Nâlân. Minik bedenimi gömdükten sonra adımı hiç anmadılar. Üstü örtülmesi gereken karanlık bir sır gibi senden sakladılar beni. Bu parkta büyüdüm. Bir gün kardeşini hatırlamanı umut ettim. Olmadı! Sen büyüdükçe sevindim yaşamadığıma. Etrafını dikenli tel gibi saran sevgisizliği gördüm. Değersiz hissettin. Aşağılandın. Her gün kavga edilen bir evde kulaklarını tıkayarak büyümek zorunda kaldın.”

“Tepemdeki o kara gölge sendin demek? Kemiklerimde bile hissettim tekinsiz varlığını…  Bu yüzden mutlu olamadım! Senin yüzünden! Öldüğüne sevinmişmiş!  Anladım niyetini pis büyücü!”

Siyah panterler kükreyerek evin içine doğru koşmaya başladı. Nâlân, çabucak kumandaya uzandı. Kanalı değiştirmeye uğraştı boşuna.

“Güç gösterisi mi bu yaptığın? Hemen defol evimden!”

“Orası benim de evim sayılır ikizim!”

Hızlı adımlarla mutfağa gitti Nâlân, adaçayı demetini çıkardı çekmeceden. Kötü ruhları kovduğunu duymuştu bir televizyon programında. Demeti kibritle tutuşturdu. Duman, ekrandan içeri doğru girmeye başladı. Parkı kaplayan sis bulutu, Nâlân’ın kafasını iyice karıştırdı.

“Şeytansın sen!”

“O eve şeytan bile uğramaz! Senin yerinde olsaydım, ömrümü o aptal dizileri izleyerek heba etmezdim.”

“Çokbilmiş!”

“İnsanlar neden kaçıyor senden? Hiç düşündün mü bunu?”

“İşleri güçleri hakkımda konuşmak. Dedikodu yapmayı seviyorlar.”

“Senin hiç mi suçun yok yani?”

“Nefret ediyorum hepsinden.”

“Bu pis kokudan rahatsız olmuyor musun?”

“Onlar gibi başlama sen de!”

“Hep haklısın öyle mi?”

“Haklıyım tabii. Sevmiyorum insanları.”

“Yazık! Buz bağlamış kalbin.”

“Senin yüzünden. Musallat oldun bana. İzin vermedin mutluluğu tatmama!”

“Gözlerime bak!”

“Beni hipnotize edecek aklı sıra.”

“O zaman aynaya git ikizim! Bakalım orada kimi göreceksin?”

Nâlân aynaya doğru yürüdü hızlıca; kaçırmak istemediği bir gösteri varmış gibi. Sadece parkta oturan ikizini görebildi. Salona koştu yeniden.

“Nereye kayboldu aynadaki görüntüm? Ne yaptın bana pis büyücü?”

“Perde kapanıyor ikizim. Ölmek üzeresin!”

Nâlân, eline geçirdiği vazoyu öfkeyle fırlattı. Televizyon ekranı paramparça oldu. Parktaki Kadın, evin içindeydi artık. Kediler de peşinden içeri girdi. İkizi, katran karası koltuğuna oturunca, çileden çıktı Nâlân. Kar küresini de fırlattı. İsabet ettiremedi. Vitrinde duran bardakları, çeşmibülbülü… Eline ne geçtiyse fırlatmaya devam etti.  Sıyrık bile yoktu. İkizi her defasında ustalıkla korudu kendini.  Nâlân yere çöktü, tükenmişti artık. Kediler, çerçeveden sızan yağmur suyunu içmeye başladı.

“Arzuların vardı. Şu kedilerin susaması kadar doğal. Sırtını döndün. İştahla yemedin, aşkla sevişmedin, doyasıya kahkaha atmadın. Gökyüzünden korkarak yaşanır mı? Deniz kokusunu içine çekmeden?  Bir köpeğin sıcak tüylerini okşamadan yaşanır mı? Kuşları sevmeden, ağaçlara dokunmadan, saçlarında hissetmeden rüzgârı? Yaşarken de bir farkın yoktu ölüden. Şu eve baksana! Tavanda yosun, ocakta donmuş yağlar, buzdolabında çürümüş meyveler. Ancak ölüysen böyle bir evde yaşarsın.”

Göğün ince damarında beliren ışıklar salonu aydınlattı. Panterler beyaz dişlerini gösterdi.  O tok sesiyle konuşmaya başladı ölüm. Nâlân korkuyla sıçradı! Bacağına sürtünen kara kediye tekme attı.

“Kedilerini de al, git bu evden,” diyebildi cılız bir sesle.

Parktaki Kadın ayağa kalktı, kedilere ekranı işaret etti.

“Birazdan Azrail gelecek Nâlân! Söylediklerimi düşün en azından.”

Önce kediler girdi parçalanmış ekrandan içeri, ardından da ikizi. Nâlân’ın göğsü sıkıştı. İlk nefesinden ödünç alınmış son nefesi havaya karışmak üzereydi. Cam kırıklarının üstüne yığıldı kaldı. Azrail’le göz gözeydi artık. Güçlükle konuştu:

“Seninle hiçbir yere gitmiyorum…”

Nâlân bedeninden sıyrıldı. Uzun karanlık bir tünele girip çıktı hızlıca. Leş kokan dairesine geri döndü. Kumandayı eline aldı, sonuna kadar açtı televizyonun sesini. Komşularını rahatsız edebilirdi artık.

Araf’ın kıyısında dolaşan bir hayaletti o bundan böyle.

Öldüğünü fark etmeyen bir ölüydü…