Haziran sayımıza hoş geldiniz. Bu ayki temamızın “O Gün” olmasını ben önerdim, ekip arkadaşlarımız da kabul ettiler ve işte, yeni bir sayıyla karşınızdayız. Temadan sorumlu kişi olarak, izninizle, yazmaya başladığım günden beri aklımın köşesinde dolanan bazı düşünceleri de sizlerle paylaşmak istiyorum.
“O Gün” geçmişe yönelik bir kavram olarak algılanabilir ilk bakışta. O Gün’ü hatırlıyorsak, o gün bir şekilde içimizde yer eden bir hadise gerçekleşmiştir mutlaka. Hele bir de o günü yazmak istiyorsak, anlatılacak bir hikâyemiz var demektir. Kânaatimce, işler bu noktadan itibaren hafiften karışmaya başlıyor. Aslında salt geçmişle ilgili görünen bu anımsama eylemi kendi içinde geleceğe yönelik izler de barındırıyor. Anımsamanın hesaplaşmayı da içerdiği düşünülürse, geçmişin içinde gelecekle iç içe, kol kola gezdiğini görmek zor değil.
Şimdi hep birlikte kurguyu bir yana bırakıp anı yazma eylemini gözden geçirelim. Anılarını yazan insan ister istemez geçmişi yeniden inşa ediyor. Yazıya dökülen yeni bir gerçeklik olarak hafızalarımıza kazınıyor. Hatıra defteri ya da günlük tutmanın böyle sağaltıcı bir yanı var elbet. Hatırlamak istemediklerimizi kolayca silebiliyoruz. Yaşantıları ucundan kuyruğundan bükerek daha tahammül edilebilir hale getiriyoruz. İçinizden bazılarının anı yazmanın sır tutan bir tarafı olduğunu düşündüğünü duyar gibiyim. Kimseyle paylaşılmayan kilitli hatıra defterleri gibi… Ben yazma eyleminin okunması için gerçekleştirildiğine inananlardanım. O okuyan bir tek yazarın kendisi olsa bile…
Kurguda ‘O Gün’ü yazmaksa, karakterin hafızasına girmeyi gerektiriyor. Zaten kurgusal olan, hiç var olmamış bir karakterin zihnine girmek, anılarını yazmak metnimizin daha da sahici olmasını sağlıyor ama işlerin daha da karmaşıklaşmasına, yazarın şizofrenik bir ruh haline geçmesine neden oluyor. Özünde simdiki zaman kipiyle yazarken bir şekide geçmişi yazıyoruz. Hiç yaşanmamış bir geçmişi inşa ediyoruz zihnimizde. Sonra da öylesine inanıyoruz ki hayalimize, başkalarıyla gerçekten yaşanmış gibi paylaşıyoruz. Edebiyatın da gücü burada değil mi? Güzel bir metinle karşılaştığımızda hepimiz o kişiyi tanır hale geliyoruz.
Bundan dolayıdır ki, yazarlar değil yarattığı karakterleri en yakın arkadaşlarımız oluyor. Onlarla hayata bağlanıyor, onlarla mutsuz evlilikler yapıyor, onlar gibi özgürlüğümüze kavuşuyoruz. Edebiyat bizleri hayata bağlıyor, umut veriyor, bazen de umutsuzluğumuza tercüman oluyor. Aslında her bir karakterde yazardan bir parça bulmak mümkün. Yazar da kahramanını seçerken kendinin bir parçasını koyuyor masanın orta yerine. Velakin orası çok zahmetli, cesaret isteyen bir savaş alanı.
Kurmaca yazımı yetişkin devreye girdiğinde başlıyor. İçimizdeki çocuğun bize gönderdiği iletileri ilmek ilmek dokuyarak, tekrar tekrar yeniden yazarak içimize sinen bir metne ulaşıyoruz. Metnin biçimi ya da biçemini çoğu kez bitirdikten sonra şaşkınlıkla karşılıyoruz- en azından ben yazarken bu hisse sıklıkla kapılıyorum. Bu nedenle çok heyecanlı ve sancılı bir süreç yazmak. Ve her halükârda çok büyülü bir eylem…
Sözü bu sayıya getireyim. Bu tema altında sizler için farklı örnekler seçmeye çalıştım. Sulhiye S’nin Yorgancı’sı bir anı metni. İçten geldiği gibi, hatıra defterine yazılmak istendiği gibi kelimelere dökülmüş bir hayat. Yazarımız karakteri Kazım Bey kayıtlara geçsin istiyor. Zihnindekileri tüm samimiyetiyle bizlerle paylaşıyor. Ali Tahir Atakan ise isimsiz bir kadın kahramanı anlatmış bize. Tam da söz ettiğim, açıklamaya çalıştığım gibi. İsimsiz kahramanın hafızasını bize tüm ayrıntılarıyla aktarıyor. Onunla birlikte biz de yaşanmamış bir ‘O Gün’ü hep birlikte bütün detaylarıyla yaşıyoruz. Kahramanımız geçmişte yaşadığı bir günü hatırlarken, biz o yaşantıyı şimdiki zamanda deneyliyoruz. Canan Kuzuloğlu’nun terzi kahramanı tavan arasında geçmişle karşı karşıya kalıyor. Her ne kadar bedeli ağır olsa da yaşanması gereken bir yüzleşme bu. Geçmişten kaçılmıyor. Billur Akgün’ün Muktedir Bey’i bize gerçekliği sorgulatıyor. Gerçek olmayan birinin hiç bir şekilde gerçek olmayan, tümüyle düzmece hikayelerine sadece Huzur Apartmanı sakinleri değil, bizler de inanıyoruz. Hangimiz daha yazar sorguluyoruz. Suat Çınar lanetli bir günü anlatıyor bize. Yasemin Pforr iki eserle katkı sundu bu sayımıza. İlki manzum bir metin. Hiç gelmeyecek bir gün üzerinden hayallerini anlatıyor kahramanımız. Kitap olarak da Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway’ini seçti. Varoluşsal sorunlar yaşayan üst sınıf bir İngiliz kadının bir gününü anlatan bu eseri Yasemin Pforr farklı bir gözle değerlendirdi. Tuba Tunçay bir günde hayatının tamamen değişebileceğini aktarıyor bizlere. Nuriye Yıldızsa küçücük bir sıcak hareketin insanın dünyasına nasıl kocaman bir ışık saçabileceğini anlatan bir öyküyle umut aşılıyor okurlara. Son olarak, Seçil Örnek de güzellik müztahzarına taşıyor bizleri. Hayal ürünü bir ticari işletmede çalışan bir kasiyerin başından geçen tatlı bir olayı aktarıyor bize.
Eskilerin dediği gibi onların başına üç erik düşmüş, birisi ona, birisi sana birisi de bunu size yazanların başına…
Keyifli okumalar,
Hüseyin Karagöz