20.yüzyıl modernist akımın öncülerinden Virginia Woolf’un Mrs Dalloway’ini bitirdim en nihayet. En nihayet diyorum çünkü kitabın çoğu paragrafını iki defa, kimilerini ise üç defa okuyarak neredeyse kitabı iki kere okudum diyebilirim. Bilinç akışı tekniğini yani insan zihninden geçen düşünceleri olduğu gibi yazma tekniğinin en başarılı örneklerinden biri olan bu romanı anlamak, hâlâ tamamıyla çözebildiğime emin değilim, çok yakın, çok konsantre bir okuma gerektiriyor. Türkçeye Tomris Uyar tarafından çevrilmiş. Ancak onun ayarında bir yazarın çevirebileceği bir roman zaten.

Roman, 1. Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmış Londra’da Clarissa Dalloway’in evinde akşam vereceği parti için sabahın erken saatinde çiçek almaya çıkmasıyla başlayıp partinin bitimine kadar geçen bir günü anlatıyor. Başlarda savaş sonrası Londra’sının, savaşın etkilerinin detaylı bir anlatımını Claris-sa’nın zihninden okuyoruz. Ancak bu anlatım Woolf’un kendisinin de üst tabakadan gelmesinden dolayı sanırım, üst tabakanın bakış açısından veriliyor. Londra ve oradaki yaşamı çok seven yazar neredeyse sokak sokak gezdiriyor bize Londra’yı. Kitabın odak noktası Clarissa Dalloway. Etrafın-daki karakterlerden, onların zihninde yarattığı düşünce tünellerinden hem o karakterlerin kişilikleri-ni, hem de Clarissa’nın hayatlarına etkilerini, bu vesileyle de Clarissa’nın daha geniş bir portesini görüyoruz. Aynı günde farklı yerlerdeki karakterlerin zihninde geçmişe dönüşlerle veya Shake-speare’in aynı dizesini farklı karakterlerin zihninden geçirme gibi yaptığı tekrarlarla karakterleri örümcek ağı gibi birbirine bağlıyor.

Onunla hiçbir bağı olmayan Septimus Smith karakteriyle, romanın ilk sayfalarında tesadüfen aynı yerde oluşlarıyla tanışıyoruz. Septimus ve karısının hikâyesi ayrı bir düzlemde yürüyor gibi görünse de, Septimus ve Clarissa birbirlerine zıt, birbirlerini tamamlayan, birbirlerine ayna tutan karakterler. Septimus savaştan gelmiş, genç, Shakespeare ve İngiltere’ye aşık, savaş dönüşü içinde bulunduğu toplumu ve zamanı sürekli sorgulayan, insanlardan kaçan, yaşam sevincini kaybetmiş bir asker. Clarissa ise ellilerinde, yetiştiği toplumun tüm kurallarını sorgusuzca kabul etmiş, kendi olmayı bile-meden Mrs. Richard Dalloway olarak yaşayan, kalabalığı seven, yaşama tutkusuyla ölüm korkusu hisseden ancak dış görünüşün altında hayatı ve kendi kimliğini sorgulayan bir kadın. Evlenmekten vazgeçtiği, eski aşkı Peter’ın da Hindistan’dan gelip onu ziyaret etmesiyle bu iç sorgulama daha da belirginleşiyor. Hiç karşılaşmamalarına rağmen partide Septimus’a bakan psikiyatristin karısı aracılığıyla Septimus’un intiharını öğrendiğinde hayatları kesişiyor. Genç bir adamın ölümünü duy-mak Clarissa’yı üzmüyor, bilakis ruhunun doğrultusunda hareket etmesi onu rahatlatıyor. Sanki onun ölümüyle Clarissa’nın hayatı yeniden başlıyor. Onu o güne kadar fark etmeyen yaşlı komşu kadın, o gece onu fark ediyor. O ışığını söndürüp yatarken yeni Clarissa partiye yani hayata dönüyor.

1920’lerin İngiltere’sini, savaş sonrası toplumdaki değişiklikleri, yavaş yavaş kaybolmakta olan değerleri de okuyoruz. Eskilerin çalışmayan, kocasına destek olan kadın modelinin değiştiğini anne-sine haber vermeden toplu taşıma aracıyla gizlice şehir dışına çıkan, doktor ya da çiftçi olma hayali kuran kızı Elizabeth, alt tabakanın kadınlarının savaş yüzünden çalışma mecburiyetlerini Elizabeth’in hocası Mrs. Kilman aracılığıyla görüyoruz. O devirde asla kabul görmeyen lezbiyen eğilimleriyse Clarissa’nın arkadaşı Sally Seton’la gençlikte olan arkadaşlıklarını aşk olarak nitelendirmesinde ve Mrs. Kilman’ın Elizabeth’e olan düşkünlüğünde hissediyoruz. Her ne kadar kendisi burjuva olsa da, yazar hassaslığıyla üst tabakanın ince bir ironisini de yaptığını da hissediyoruz romanda.

Woolf, bizi karakterlerin zihninde gezdirirken çok şiirsel bir dil kullanıyor. Deniz, dalgalar, kuşlar sık kullandığı betimleme araçları. Gerçekten de kâh karakterin zihninde gezerken ya da bir karakterden diğerine geçerken deniz dalgası gibi bir yaklaşıp bir uzaklaşıyorsunuz. Öyle bir ritmi var romanın. Sanki bir nehir üzerinde geziniyor, zaman zaman çağlayana denk gelip zaman zaman sakin sulardan geçiyorsunuz. Bu duygu insanı hiç bırakmıyor. Kuşlar ise kanatları açık ya pike yapıyorlar ya da hızla gökyüzüne yükseliyorlar. Özgürlük sembolü gibi. Çiçekler ve saat dikkat çeken diğer sem-boller. Çiçekler, şekilleri, renkleri ve kokularıyla kadınları tarifte kullanılmış özellikle. Kadınlık sem-bolü belki de. Big Ben’le sembolleşmiş zaman, her çalışında okura gün içinde zamanın ilerleyişini gösterdiği gibi hayatın da ölüme doğru ilerleyişini gösteriyor. Bu çanlar, bir yandan da zihinlerde akan düşüncelerden gerçek dünyaya dönüş olarak da kullanılmış. Süre olarak belki birkaç dakika olmasına rağmen, insanın zihninde sınırsız alan kaplayan zaman tünellerinde yaşayabildiğini de görüyoruz. Kitabın ilk kopyasının adının “Saatler“ olduğunu düşünürsek, Woolf’un bu romanında kalıpların içinde sıkışmış kadın kimliği kadar zaman kavramını da irdelemek istediği çok açık. Yaz saati uygulamasının, İngiltere’de Sir William Willett tarafından 1914’de önerilip, 1916’da uygula-maya geçtiğini kitap sayesinde öğrenmek benim için ayrı bir hoşluk oldu.

Okuması zor bir roman olmakla beraber, ritmine girip o dalgada yüzebilirseniz derin, insanı düşündü-ren, 1920’lerde yazılmasına rağmen ülkemizde kimliklerini kocalarının üzerinden bulan kadın gerçeğine yakın duruşuyla bize yakın, iç sorgulamalarıyla hâlâ güncel bir roman. Edebi anlamdaysa Virgina Woolf’un bir dahi olduğu tartışma götürmez bir gerçek.

Mrs Dalloway – Virginia Woolf
İletişim Yayınları, İstanbul
264 sayfa