Geçen gün Bahar’ı parka götürürken, sana yazmak için güzel bir mektup kağıdı alayım dedim. Tabelası pek fiyakalı bir kitabevine girdim ilk. Ne kartpostal, ne de mektup kağıdı var. “Varsa renkli dosya kağıdı alayım bari,” dedim. “O da yok abla,” dedi şaşkın şaşkın ortalıkta dolanan çırak. Sana mektup yazmak seneler sonra aklıma gelmişken, hem sen de benden mektup beklemezken sade bir kağıda yazıp göndermek istemedim. Yoldan aşağı inerken köşede sıkışıp kalmış mütevazi kırtasiyeye uğradım. Dükkanın önünden geçerken sahibini hep kitap okurken görüyorum. Yol boyunca dizili dükkanlar arasında başka kitap okuyan esnaf da görmedim. Hele galericiler… Kopillerin işi gücü camekanların ardından rugan ayakkabıları, jöleli kafalarıyla akşama kadar gelen geçeni süzmek. Bu yüzden yaşlı adama uzaktan bir sempatim var. Bilirsin bayılırım tanımadığım insanlara kafamda karakter biçmeye. “Kartpostal veya mektup kağıdı var mı?” diye sorunca mahcup olur gibi “Artık yazılmıyor pek. Bize de gelmiyor,” dedi. Kıyıda köşede kalmış bir kaç eski model resimli mektup kağıdını tozlarını silkerek önüme koydu. Nostaljik geldi. Birini seçip aldım.

Hatırlarsan ilk mektup arkadaşım sendin. Görünüşe göre sonuncusu da sen olacaksın. Mektupları dallı güllü resimlemeden göndermezdik birbirimize. Böyle kendinden resimli kağıtlar nadiren geçerdi elimize. Onları da göndermeye kıyamaz koleksiyonunu yapardık. Ben mektuplarını hâlâ saklıyorum biliyor musun? Hepsi annemlerin evinde.

Parayı öderken, kırtasiyeciye “Sizi hep okurken görüyorum, ne güzel,” diye laf attım. “İşim dolayısıyla,” dedi. “Basın yayın mezunuyum ben. Yetmişlerde Ankara’da memurdum. İşte o zamanın şartları… Mecburen istifa edip, memlekete yerleştik. Benden ancak, kitapçı kırtasiyeci olur dedim, bu dükkanı açtım.” Adam elli yıldır kırtasiyeci ama kendini hâlâ basın yayıncı sanıyor. Şaştım kaldım. Ne oluyor arada kabullenilmeyen yıllara bilmiyorum? Ben kabullendim mesela yaşadıklarımızı. Hepimizin yıllar önce dört bir yana savruluşumuzu. Sanki koca bir ağaca tünemiş serçelerdik. Bir taşla dağılıverdik.

Biz dışarı çıkınca hemen gazetesine gömüldü. Giderken dönüp baktım, dükkanın içinde bir karaltı gibi zayıf bedeni zar zor seçiliyor. Başka sefer geçerken Erdem’e de gösterdim amcayı. “Dükkanda kimse yok ki” dedi. İnsan bir yere ait hissetmeyince orada görünmez oluyor demek ki.

Yolda her gün geçtiğimiz caddeden geçmek istemedim bir arka sokağa saptım. Döküntü bir apartmanın bahçesindeki ipte küçük çocuk çamaşırları. Renkleri soluk, eski. Lekeleri bile çıkmamış. Fakirliklerini de kurutuyorlar. Güneşin altında hepsi bir kavruluyor. Duvarın üstünde sıska bir kedi.

Parktaki banklarda erkekler bacaklarını yaymış oturuyor. Gelen geçeni gevrek gevrek süzüyorlar. Sanki evlerine oturmaya gitmişiz. Kadınlar bankların köşelerine kıvrılmış. O da yetmemiş kollarını göğüslerinde sıkıca kavuşturup siper etmişler. Ortalıkta birbirine benzeyen kavruk çocuklar… Ellerinde cips paketleri. Sen görsen delirirsin. Bilmiyorum hâlâ var mı doğal beslenme takıntıların? Amcanın biri Bahar’a çikolata verecek oldu. “Yedirmiyoruz” deyince, somurttu. Genç bir kadın tahta masada bir çocuğun altını açıp değişiverdi. Kız olsa açmaz.

Şehrin her şeyi beni ürkütür oldu. Arabalar bizi ezmeye çalışıyor. Alışveriş merkezinde herkes üstüme yürüyor. Ne zaman böyle dışına düştüm bu koşturmacanın? Çocukken herkes gibi akşam ezanına kadar sokaklarda dolanırdım oysa. Leblebi tozunu hızla çeker, boğulurdum. Genzim yanar, gözlerim yaşarırdı. Sonra bir kahkaha… Ne zaman şeker yemez oldum? Tadı tuzu kaçtı hayatın?

Bu yüzden her gün parka gidiyorum. Bu aralar kendimi en çok ağaçlara yakın hissediyorum. Bazıları yüzlerce yıldır buradalar. Demek ki böyle sadece bir yerde kök salarak da yaşanıyor. Hırssız, iddiasız. Düşünsene, insanlar yıllar yılı kılık değiştirerek geçiyor önlerinden. Ağaçlar gülüyor bize. Yaş almış, görmüş geçirmiş kabuklarına dokunuyorum. Elimin altında akıyor öz suları, soluk alıyorlar. Derin bir nefes alıp, sıkıntımı ağaçlara üflüyorum. İç sıkıntısını en çok ağaçlar kaldırır. Bütün bunalımını oksijene çeviriverirler.

Bahar’la çimenlere oturuyoruz. Hava çok sıcak. Çimenleri yolup yolup üstüne başına atıyor. Arada bana bakıp gülüyor. Yüzümü güneşe dönüyorum. Biraz ileride sigara içen bir teyze sesleniyor: “Yere oturtma çocuğu üşütürsün.” Duymazdan geliyorum. Tekrarlıyor. Yüzüne bakıyorum. “Sonra sen çekersin acısını. Oturtma yere,” diyor durup durup. Bahar’ı yerden alıyorum. Ağlamaya başlıyor.

***

Anladığın üzere sevgili dost, onca yıl sonra ben yine aynı ben. Eski günleri özlediğimde gökyüzüne bakıyorum. Bir de dedim ya ağaçlara. Sen de öyle yap. Fısıltıyla, rüzgârlarla taşırlar onlar bütün anlatılamayanları. Bir gün parkta için üşürse veya bir serçe konarsa yanı başına bil ki selam gönderiyorum sana. Eski günlerdeki gibi, kendi uydurma dilimizle yanıtla. Ve sadece fısıldayarak, çevrede kimsecikler yokken konuş. Yoksa birileri çıkıp seni ağaçların cansız olduğuna, kuşların da konuşamadığına ikna etmeye çalışabilir. Eskiden, şimdi hayâl mi gerçek mi ayırt edemediğim bir masumiyet içinde yazdığımız gibi bitireceğim: Hoşça kal sevgili dostum.