Oğuz ATAY’ın “Bir Mektup” öyküsüne saygıyla…

Saygıdeğer Belediye Başkanım,

Size bu mektubu yazmak zorunda kaldığım için büyük bir üzüntü içindeyim. Sizin gibi değerli bir kişiliğin zamanlarını meşgul etmek, bizim haddimiz olmamalıdır. Ben belediyenizin imar biriminde çalışan bir mühendisim. Yazmak için, göreve başladığınız günün ertesinde bizleri toplayarak yaptığınız konuşmadan cesaret aldım. Daha doğrusu siz bana o cesareti verdiniz. Daha o an, “Ne şanslıyım, böyle bir belediyede görevliyim,” diye düşünmüştüm. Böyle düşünemeyenlerin olduğunu bildiğimden, “düşünmüştüm” diyorum. Her belediye çalışanı bizim kadar şanslı değildir. Bu şansı bize verdiğiniz için size minnettarım.

 

Diyeceksiniz ki bu mektubu neden yazıyorum? Bunu açıkça söylemeliyim ki, siz de sonuna kadar okuyunuz. Bunu net biçimde ifade edeceğim. Değerli zamanınızı almamak için de bu mektubu uzatmayacağım.

 

Sayın Başkanım, ben sizi çok sık görüyorum. Örneğin belediye dışındaki toplantılarınıza gizlice katılıyorum. Çünkü müdürümüz söyledi, “Belediye çalışanları görevlerinin başından ayrılmayacaklar. Dışarıdaki toplantılarıma yalnızca halkımız katılacak,” demişsiniz. Çok takdir ettim. Ama ben sizi görmek, dinlemek için kaçamak yapıyorum. Halkın arasına karıştığımdan siz beni çalışanınız olarak bilemezsiniz ki. Bu nedenle size kendimi belediye içinde göstermem doğru olur. Bizim müdürlüğün önünden geçiyorsunuz bazen. Beni görüyor musunuz, bilmiyorum. Fakat ben kafanızı bizim tarafa her çevirdiğinizde, hemen toparlanıyorum. Ceketim varsa ilikliyorum. Ayağa kalkmaya yelteniyorum. Ama hızınıza bir türlü yetişemiyorum. Ayağa yarım kalktığımda bile siz geçmiş oluyorsunuz. Bunun için kendime çok kızıyorum. Size kendimi fark ettirmek için elime geçen fırsatları bugüne kadar değerlendirmeyi beceremedim. Gerçi fark etseniz ne olacak? Şimdi bu soru üzerine diyebilirsiniz ki, “Fark edilmen önemli değilse, neden bu mektubu yazıyorsun kardeşim?” Siz kardeşim der misiniz? Hani ben öylesine yazdım da. Bu soruyu soran sesiniz kulaklarımda çınlıyor şimdi. “Ne güzel sordu Başkanım,” diye mutlu oluyorum. Bu nedenle fazla uzatmadan bu mektubu neden yazdığımı açıklayacağım.

 

Siz farkında değilsiniz. Nasıl olacaksınız? Televizyondan beni görecek haliniz yok ya! Ama ben çıktığınız, çıkacağınız bütün televizyon programlarını biliyorum. Günlük planımı da onlara göre yapıyorum. Evde televizyonu yalnız izliyorum genellikle. “Neden yalnız izliyorsun Mehmet?” diyeceksiniz. Bu arada adım Mehmet, sayın Başkanım. Neden yalnız izlediğimi açıklayacağım size. Açıklamadan önce şunu belirtmeliyim ki, kameralar size dönünce kendimi ayağa kalkmaktan alıkoyamıyorum. Bir süre sonra sessizce ve yavaş yavaş oturuyorum. Ama bu da beni rahatsız ediyor. Siz gece gündüz, TV-radyo demeden koşturun, çalışın. Birkaç saat uykuyla güne başlayın. Ben de koltukta oturmuş, ayak tabanlarını, üstelik de çorapsız olarak size uzatmış, bir aydır kesmediğim tırnaklı parmaklarımı oynatarak sizi izleyeceğim. Olur mu sayın Başkanım? Ben yapmam. Yapamam. Ben dürüst, namuslu, ama aynı zamanda saygılı bir insanım. Hele hele size karşı… O nedenle programın sonuna kadar ayakta kalmak beni adeta daha mutlu ediyor. “Hiç olmazsa,” diyorum, “Başkanım yorulurken, ben de biraz yorgunluk çeksem,” diyorum.

 

“Televizyon programlarını evde yalnız izliyorum,” demiştim. Ana konuya gelmeden önce, bunu açıklayayım izninizle. Mektubu buraya kadar okuduysanız, sormak isterim size: Sizi sıkmıyorum değil mi sayın Başkanım? Onca işinizin gücünüzün arasında… Elinizde bu mektubu tuttuğunuz anı düşünüyorum da. Bunu düşünmek bile beni heyecanlandırıyor. Kanım çekiliyor, inanmayacaksınız. Elinizde benim mektubum… Odanız, bekleme odası, özel kalem müdürünün önündeki koltuklar diş gibi dolu. Ayakta bekleyenler var. Çünkü benim gibi herkes size kendini fark ettirmek istiyor. Sizinle iki dakika görüşmek istiyor. Herkesin derdi de iş-güç değil. Yani bir şey istemek için gelmeyenler de var. Sırf sizinle iki laf etmek, selfi çekmek için… Bekliyorlar. Siz kimseyi göndermiyorsunuz. “Beklesinler,” demişsiniz özel kaleminize. Bekliyorlar. Ne zaman sıra gelirse. Tabii ki bekleyecekler. Hatta bazı öğle aralarında sandviç bile dağıttırıyormuşsunuz bekleyenlere. Ne yücelik! Keşke tek işiniz sizinle görüşmek isteyenler olsa. Bir de belediyenin bürokrasisi var, her gün sizi bekleyen. Kendi müdürümüzden biliyorum, imzalanması gereken evraklar konusunu. Çok çalışan belediyenin çok evrakı oluyor haliyle. Bizim müdür her sabah zor taşıyor evrak klasörünü. Bir de yirmi müdürlüğü düşünüyorum. Masanızın üzerleri dolu, imzalanacak evraklarla. Bir kısmı sayın özel kalem müdürünüzün masasının üzerinde. Bir de tabii ki müteahhitler vardır bekleyenlerin arasında. Biz taslak olarak hazırlıyoruz da yapı ruhsatlarını, siz imzalamadan, onaylamadan kesinleşmiyor. Siz ki yaşadığımız bu kenti kendi evi gibi gören bir başkan olarak, bu ruhsatlarda nasıl titizleniyorsunuzdur. Bir yapının diğer yapıdan bir santim bile yüksek olmaması için ne kontroller yapıyor, kesitler çizdiriyorsunuzdur. Hep merak ederim, kot ölçümleri için bazen araziye çıktığınız oluyor mu acaba, diye… Müteahhitler alışmışlar, hemen imzaya… Size kim bilir kaç kere gidip geliyorlardır. Ve bunca yoğunluğun arasında, okumak zorunda olduğunuz bir mektubu ellerinizde tutuyorsunuz. Ne olur kusuruma bakmayın. Hemen ana konuya geçip, mektubu bitireceğim. Değil elli dakikanızı, beş dakikanızı bile almamam gerektiğini biliyorum, sayın Başkanım.

 

Size evde neden yalnız olduğumu yazacaktım. Sayın Başkanım, ben üniversiteyi zar zor bitirdim. Aman ne olur yanlış anlamayın, zeka, kafa yönünden değil, maddi yönden. Yoksa akıl konusunda, üzerinize afiyet, iyiyimdir. Notlarım iyidir yani. Ben üç-beş dersten bütünleme sınavına kalmışımdır, sayın Başkanım. Derslerdeki titizliğim işime de yansıyor tabii ki. Lütfen benim raportör olduğum dosyalara iyi bakın. Başka herhangi bir tanesiyle yan yana getirin. Farkı göreceksiniz. Bundan eminim. Yani bu konuda kendime güveniyorum. Bazı konularda güvenmiyorum da. İsterseniz onları da açıkça yazarım size. Bir listem var çünkü. Sayın Başkanım, müdürüm bana bir dosya verdiğinde, gerçi son zamanlarda ayda yılda bir veriliyor da, karşımda dosya sahibini değil, sizi görüyorum. O zaman, “Mehmet” diyorum kendi kendime, adımın Mehmet olduğunu yukarıda belirtmiştim Başkanım, “Bu dosya Başkanın dosyası, ona göre…” O nedenle titizleniyorum. Bazen işi uzattığım oluyor. Ne yapayım? Kota bakmam gerekli, plana bakmam gerekli. Yönetmeliği her keresinde birkaç kere okuyorum. Ne olur, ne olmaz? “Benim yüzümden Başkanımın başına bir şey gelmemeli,” diyorum, “Ya gözümden kaçan bir şey varsa?” Ben bu ağır sorumlulukla çalışıyorum, sayın Başkanım.

 

Neyse bu paragrafı fazladan yazdım. Bunları siz zaten izliyorsunuzdur. Yani dosyaların farkını biliyorsunuzdur da, benim kim olduğumu bilmiyorsunuzdur. Merak etmişsinizdir. Ama tanışmaya zamanınız olmamıştır. Neyse, bu fazlalık için özür diliyorum. Yazmış bulundum işte. Yoksa ben kendimi övmeyi hiç sevmem. Asla. Başkaları beni överken bile yüzüm kızarır. Ayrıca da belirtmeliyim ki, bu çok sık olan bir durum. O nedenle “Alış buna,” diyorum kendi kendime, “Kızarma! Çünkü hak eden övülür!” Ama yapı sayın Başkanım, kızarıyorum yine. Yani bedenim değil, affedersiniz, yüzüm kızarıyor. Karadenizlilere, yüzleri kızarınca, “Mısır ekmeğiyle mi büyüdün kardeşim?” derler. Karadenizli de değilim. Aslında söylemeyecektim. Böyle şeyler de hoşuma gitmez benim. Ama yeri geldi de. Yani “Karadenizli değilim” deyince, nereli olduğumu merak edeceksiniz diye yazıyorum. Yoksa gerçekten… Valla nasıl ifade edeceğimi de bilemedim. Söylemesi ayıp, hemşeriniz sayılırım. Yani ben köydenim de. Ama aynı ilçeliyiz. Bu konuya hiç girmeyeyim. Girersem, çıkamam. Bu mektubu uzatmayacağıma söz verdim size.

 

Üniversiteyi zar zor bitirdiğimi söylemiştim ya, mecburen… Yani sağa sola bakacak durumum olmadı. Yanlış anlamayın lütfen. Ben ülke sorunlarıyla ilgili bir insanım. “Sağa sola bakacak durumum olmadı,” derken sözün gelişi. Yoksa ben sağın da solun da ne olduğunu bilirim. Ne de olsa üniversitede mürekkep yaladım. Sizin partinizin görüşlerine yakınımdır. Tam savunuyorum diyemem. Bir iki yöneticinizin açıklamaları bazen beni rahatsız ediyor. Ama genel başkanınızı çok takdir ediyorum. Takdir ediyorum derken, haddime mi, beğeniyorum demek istedim. Bu konuyu sizinle konuşmayı nasıl da isterdim. Bana şöyle fazla değil iki saat ayırsanız. Sizi dinledikten sonra partinize üye olacağımdan eminim. Ben ki akşamları TV’lerde abuk sabuk programlar izleyeceğime, tartışma programlarını izleyen biriyim. Ama siz daha sık çıksanız o programlara, şimdiye kadar söylenmemiş ne fikirler söylerdiniz. Ama ben yüz yüze dinlemeyi çok isterdim. Öyle bir görüşmede söyleyeceklerinizi, ileride olacak çocuklarıma, bana söylediğiniz günü ve saati belirterek anlatırdım gururla. Bunun benim için ne büyük bir hayal olduğunu ifade edemem. Dilerim bu hayalim gerçek olur.

 

Yani, özetle, zor bitirdiğim üniversiteden sonra, diplomayı alınca ne yapacağımı bilemedim. Bu koca şehirde bir tanıdığım da aklıma gelmedi. Önce sağa sola başvurdum. Açıkladım bunu; sağ sol partilere değil tabii ki. Yani bazı firmalara. Bir kapı aralayamadım. Mühendis diplomam olmasına karşın, kalfa gibi çalışmaya razı oldum. Hani kalfalığı küçümsediğimden değil. Ne kalfalar tanıdım, mühendisi sağ cebine koyar, sol cebinden çıkarmaz. Onları tenzih ederim. Çok şey öğrendim kalfalarla birlikte çalışmamdan. Ben herkesten öğrenen insanım sayın Başkanım. Okurum da. Bugüne kadar yirmi tane roman okudum Başkanım, edebiyata meraklıyımdır yani. Neyse… Dört yılımı verdiğim bir diplomam var. Yani ona uygun bir işte çalışsaydım. Askerliğe kadar olanaklı olmadı. Ama inanmayacaksınız, askerlik benim için kurtuluş oldu. Kısa dönem gitmek istemedim askere. On iki ay yedek subaylık yaptım. Orduevinde de kaldım mı sana! “Sana” dedim. Böyle ifadelere kızmayın ne olur. Yakın hissediyorum kendimi size. Anlatayım derken de, kaptırıyorum kendimi. Kaçıyor arada bir. Yoksa hem dikkatliyimdir, süzerim, hem de kısa yazarım. Hani bir yerde okumuştum, “kısa yazacak kadar usta olmak,” diye bir şeydi. Ben de kalfalık dönemini aştığımı düşünüyorum. Kısa ve öz. Şappadanak söylerim, söyleyeceğimi. Zaten sizin zamanınızı da almak istemiyorum. O nedenle uzatmayacağım mektubu. Nerede kalmıştım? Haa, evet, orduevlerinde kalmıştım. Kazandığım paraların çoğu cebimde kaldı. Çok azını yedim. Askerlik görevini yaptığım yerde sinema, tiyatro da yoktu. Olsa ne olacak ki? Ben TV’lerde izliyorum onları. Bir de hafta sonunu dört elle çekiyorum. Bizim takımın maçını bekliyorum dört gözle. “Bizim takım” derken, boşuna demiyorum. Ben sizin tutuğunuz takımı tutuyorum. Sayın Başkanım, kader demek istemiyorum da, o kadar bağ var ki beni size bağlayan. Oturuyorum TV’nin karşısına. Askerlere, “Getir oğlum bir bira!” diyorum. Ne de olsa as.teg’im. Biliyorsunuz “as. teg.”, “Asteğmen”in kısaltılmışı, unutmuşsunuzdur diye açıklamak istedim. Her maçta bir bira içiyorum. İyi gidiyor. Neyse yemeye içmeye girmeyeyim şimdi. Sonuçta epey tasarruf yaptım askerde.

 

Bu büyük şehre yeniden dönmeden köye gittim. Bir hafta dinlendim. Babama üç beş kuruş verdim. Babam, “Ne yapacaksın o şehirde. Kal burada. İş bulamasan, bağ-bahçe var. Gitme,” dedi. Ama ben artık köyden kopmuş, şehirli olmuştum. Nasıl yapardım, mühendis olarak orada yaşamayı? Bir hafta sonra annemin babamın elini öpüp, otobüse atladım ve bu şehre geri geldim. Cebimde param var. Bir gecekondu kiraladım. Yine iş başvuruları yapıyorum. Eskiden kalfa olarak çalıştığım şirkete kalfa olarak bile almadılar. İş konusunda sıkıntılar başlamış. Bu kere “Sağa sola” dememek için zor tuttum kendimi. Oraya buraya başvuruyorum. Böyle bir on beş gün geçti. Para azalıyor yavaş yavaş. Bitmeden bir iş bulmalı. Bir görüşme yaptım babamla. Tabii ki cep telefonuyla. Babam da almış bir tane. Görüştük. İlk sorusu, “İş buldun mu?” oldu. “Bulamadım, arıyorum,” dedim. “Bizim köylü Ahmet var. Sen ona Ahmet Abi derdin. Gerçi buralardaki lakabı, Sığır Ahmet’tir. Sığır güderdi. Şimdi şirket kurmuş. Belediyelere iş yapıyormuş. Ona uğra. Selamımı söyle,”dedi. Gittim kendisine. Diyeceksiniz ki, “Bana ne Sığır Ahmet’ten kardeşim?” Haklısınız. Hemen sadede gelip, uzatmadan açıklayacağım. Ben Ahmet Abiyle görüşmeye gittiğim gün, yanında çalışmaya başladım. Ahmet Abi ekibi kurmuş, taşeronluk yapıyor. Maşallah elinde birçok işi vardı. Ben de hemşerimin yanında güvendeyim. Sığır Ahmet Abi ortaokulu ikinci sınıftan terk etmiş, kaba saba bir adam. Ama nasıl bağlıyor bu işleri, anlamadım. Demek var bir hikmeti. O da beni sevdi. Her yere koşturuyor beni. Sağ kolu gibiyim. Abartmıyorum, o kadar etkili oldum şirkette. Ne de olsa çalışkan bir insanım. Muhabbetimiz ilerleyince, bir gün, “Ahmet Abi, babamın hatırına, beni belediyeye soksana,” dedim. “Bakarız,” dedi. Hiçbir şeye hemen “Hayır” ya da “Evet” demezdi, “Bakarız…” Gel zaman, git zaman, bir gün beni bir şirketten aradılar, “Gel görüşelim,” dediler. Gittim. Meğer belediyeye taşeron işçi veren bir şirketmiş. Benimle konuşan insan kaynakları müdürü, “Sen mühendissin. Ahmet Beyin de hatırı vardır üzerimizde. İyi abimizdir. Seni işçi olarak almaya karar verdik. Belediyeye, imara vereceğiz. Yüzümüzü kara çıkarma. Patronunu üzecek işler de yapma,” dedi. Resmen, babam gibi öğüt verdi. “Hiç üzer miyim Ahmet Abiyi, pardon Ahmet Beyi,” dedim, “Ne de olsa ekmeğini yedim.” Hemşerim olduğunu söylemedim. Ne olur ne olmaz.

 

Bunları bilin diye yazıyorum. Affedersiniz. Yine “Bilin” diye yazdım. “Biliniz” demem gerekiyordu. Özür diliyorum. Yani sayın Başkanım, ben sizden önceki başkan döneminde, böyle göreve başladım. Başlar başlamaz iş vermeye başladılar bana. Müdürümüz sağolsun dosya veriyor. Hazırlıyorum. Çağırıyor beni, “Bunu neden böyle yaptın?” diyor. Anlatıyorum. “Hayır!” diyor. Hatamı göremiyorum. Diyor ki, “Bak planı böyle de okursun, aha şöyle de. Neden böyle okudun?” Haklı, “Neden böyle okudum?” Düzeltiyorum. Öğreniyorum. Yaşam pratiği ne de olsa okuldan farklı. Okul bilgileriyle olmuyor bazı şeyler. Başka bir gün yine çağırıyor müdürümüz, “Bak Mehmet, su basman kotunu neden oradan verdin. Şuradan da verebilirsin. Veremez misin?” Bakıyorum, inceliyorum. Yine haklı adam. Neden oradan vermişim ki? Düzeltiyorum. Bir şey daha öğreniyorum. Müdürüm beni resmen eğitiyor. Baba adam valla. Kendime güvenim artıyor. Bir öğrendikten sonra o hatayı bir daha yapmıyorum. Ama önemli bir eksiğim var, imza atamıyorum. Mühendisim, ama taşeron işçiyim. İmza atma yetkim yok. O nedenle dosyayı hazırlayıp, müdürüme veriyorum. Orada işim bitiyor. İşler böyle mutlu mesut giderken müdürüm, birkaç ay sonra çağırıyor beni. Zarf içinde bir şeyler veriyor. “İşleri hızlandırınca bahşiş verirler bize,” diyor, “Senin payına düşen bu.” Demek ki daha hızlı çalışmam gerekiyor. Bunu da öğreniyorum. Bir yıl sonra gecekondudan çıkıp, normal bir ev kiralıyorum, ikinci katta. Makul biçimde tefriş ediyorum. Yaşamım iyi dönüyor.

 

Sevgili Başkanım, uzatmıyorum değil mi? Ben belediyede şunu öğrendim. Sizin döneminizde bunu daha iyi uygulayacağım. Çalışırsan, hızlı çalışırsan, dosyaları hızlı çıkarırsan, emeğinin ödülünü alırsın. Taşeron işçilikten kazandığımı ikiye üçe katlıyorum bu çalışmayla. Pardon söylemeyi unuttum. Belediyede çalışmaya başladıktan beş ay sonra nişanlandım. “Kimle?” diye sormayın bana. Bir köylümüzün kızıyla. Ortaokulu bitirmiş bir ev kızı. Bir gecekonduda yaşıyorlar. Babasının sabit bir işi yok. Onlara da yardım ediyorum bir yandan. Hafta sonları nişanlımla dışarı çıkıyoruz. Evlerine yakın bir yerlerde oturup çay içiyoruz. Ben kullanmam, ama o sigara içiyor. Meğer annesinden babasından gizli olarak içiyormuş. Ne de olsa görücü usulü oldu bu iş, birbirimizi tanımamız gerekiyor. Birbirimizi anlamaya çalışıyoruz. Haliyle aramızda bir eğitim farkı var. “Sıkıntı olur mu?” diye kafama takılıyor. Ne bileyim, elinden bir şey gelmeyen ev kızı. Çalışayım dese, nerede çalışacak? Evlere temizliğe mi gidecek? Olmaz ki bu. “Eşin ne iş yapıyor?” diye soranlara ne derim ben? O çalışmazsa, iki kişiye ve bir de ailesine bakacağım. Kafam pek rahat değil bu konuda. Nasıl bunları enine boyuna düşünmeden karar verdim bu işe? Kızıyorum bazen. Ailesine yardım etmem hoşlarına gidiyor. Ama benim avucuma bakar duruma gelmeleri de canımı sıkıyor.

 

Asıl konu bunlar değil. Ama şunu mutlaka yazmam gerek, sayın Başkanım. Belediye seçimlerine üç ay kala, ben bir sorun yaşadım. Tamam bana çok şey öğretti müdürüm. Ama bir konuda benden istediği talebi yerine getiremedim. Yani “Bunu görmüyor musun Mehmet? Böyle yapsaydın ya!” diye ısrar ettiği konuda, ben başka şeyler gördüm. “Yapamam,” dedim, “Şimdiye kadar çok şey gösterdin bana, benim görmediğim. Ama şimdi “Gör!” dediğin şey senin bana verdiğin eğitimleri aşıyor!” Sen misin öyle diyen, dosyaları kesti. İş vermiyor. Oturuyorum. Ay sonu geldi, yalnızca taşeron şirket maaşıyla baş başa kaldım. Zorlandım. Nişanlım avucuma bakıyor. Yok bende bir şey. Bendeki parayla kira mira ancak ödenir. Sonraki ay yine boş geçtim. Birden durumum kötüleşti mi? Askerdeki gibi biriktiremedim de. Eve, üstüme derken bir şey kalmadı tasarruf edecek. Ne oldu biliyor musunuz? Bir hafta sonu nişanlımla bir çay bahçesinde çay içerken, “İki aydır yardım ettiğin yok. Benim için bir şey de yapmıyorsun. Mühendissin, ama çulsuzun tekisin. Senle olmaz bu iş,” deyip nişanı attı mı sana! Seçimler öncesi bir de bu durumu yaşadım. Yani bekarlığa geri döndüm.

 

Hep böyle bekar kalamam ya, değil mi sayın Başkanım. Ben de bu yaşadıklarımdan bir ders çıkardım. Akıllandım da diyebiliriz. Şimdi size yazma nedenime geliyorum. Fazla uzatmadım değil mi sayın Başkanım? Sizi inşallah işinizden gücünüzden alıkoymamışımdır. Yoksa üzülürüm. Nasıl bakarım yüzünüze, eğer karşılaşırsak? Size en küçük bir sorun yaratmak beni gerçekten üzer. Bunu özellikle bilmenizi isterim. Siz ki benim hemşerimsiniz, bu nedenle de hassas davranmak zorundayım. Davranmazsam, nasıl giderim bayramda, seyranda memlekete? Başıma kakmazlar mı benim? Böyle bir davranışta bulunamam kesinlikle.

 

Yazmamın nedeni şu, sayın Başkanım. İzin verirseniz açıklayayım. Siz Başkan olduktan sonra bizi toplayıp konuştunuz ya! Dedim ki, “Ben bu Başkanla kesinlikle bağlantı kurup, derdimi anlatabilirim. O da beni anlar.” Siz gelir gelmez belediyede bazı değişiklikler yapmaya başladınız. “Helal olsun!” dedim kendi kendime. Bizim müdürü de danışılmayan danışman yaptınız mı? Yaptınız. Bir “Helal!” daha çektim. Yeni müdürü açıkçası çok iyi tanımıyorum. Siz atadığınıza göre mutlaka iyi bir insandır. Onunla iyi çalışmalar yapmak isterim. Yani onun için sizden bir şey istememe gerek yok. İşin o tarafını ben çözerim. Benim için sıkıntılı olan taraf, taşeron işçi olmak. Sayın Başkanım, mühendis olup, taşeron işçi olarak çalışmak bana dokunsa da, önemli olan bu da değil. Önemli olan bir mühendis olarak imza yetkimin olmaması. Siz de yüksek okul bitirdiğinizden beni anlarsınız. Biz dört yıl o mürekkepleri boşuna mı yaladık sayın Başkanım? O nedenle “Anlarsınız” diyorum.

 

Sizden makul ve masum olduğunu düşündüğüm bir talebim var. Yani beni kadroya alsanız. Beni taşeron işçilikten kurtarsanız. Sekizinci derece birinci kademeye de razıyım. Hani “Sigortalı günlerimi saydıralım,” bile demiyorum. Gerek de görmüyorum. Ben 657’ye tabi olsam yeter. Neresinden olacaksa olsun. Yeter ki devlet memuru olayım. Olayım ki, imza yetkim olsun. Yani o kadar emek verdiğiniz bir dosyanın altına imza atamamak bana koyuyor sayın Başkanım. Üzülüyorum. Sizin dosyanızı başkası imzalıyor. Oysa ben kendi dosyalarımı, hızlı biçimde, gece gündüz demeden çıkarmak istiyorum. Daha fazla dosya yapmak istiyorum. Hele hele sizin döneminizde. Yani benim müdürlükte, yöneticilikte falan gözüm yok. Haa, yeni müdüre hemşeriniz olduğumu söylerseniz, belki memur oluncaya kadar, eski müdürün koyduğu dosya ambargosunu kaldırır. Yazık değil mi bana sayın Başkanım? Aynı müdürlükteki diğer mühendislerle aynı olanaklara sahip olmamak. Siz ki eşitliği savunuyorsunuz. O zaman bu eşitsizliği kaldırmanızı hasseten talep ediyorum.

 

Sözün özü sayın Başkanım, müdürlükte eşitlik talep ediyorum. Şunu söylemeyi bile gereksiz görüyorum. Geçen bayram memlekete gitmiştim. Amcamgillere de uğradım, bayramlaşmak için. Amcam ilçe merkezinde ticaretle uğraşıyor. “Ne yaptığımı?” sordu. Ben de durumumu anlattım. Hatta size mektup yazacağımı da söyledim. “Netice alamazsan, bana bildir. İlçe Başkanı ahbabım,” dedi. Ben bu yolları gereksiz görüyorum. Birileri sizi arayacak da, benim için bir şey talep edecek de. Ben amcama, “Gerek yok,” dedim, “Bizim başkanımız öyle bir insan değil! Ben kendisine aracısız da ulaşır, bu sorunu çözerim,” dedim. “Ayrıca da belediye başkanımız çalışanına yakındır. İki, bilemedim üç ayda bizi toplar. Bizimle görüşür,” diye de vurguladım. Hepimizle tek tek görüşecek hali yok ya!.. Haksız mıyım sayın Başkanım? Herkes birinin işi için sizi aramaya kalksa, sizin dosyaları imzalayacak zamanınız kalmaz. Oysa siz bu şehre gereklisiniz. Bunları söylememe bile gerek yok.

Çok zamanınızı aldıysam, affınıza sığınıyorum. Ben imarda çalışan taşeron işçi mühendis Mehmet olarak, size sağlık, afiyet ve muhabbet diliyorum.

En derin ve kalbi hürmetlerimi arz ediyorum.

Saygılarımla

Mehmet O.

Mühendis (İmar)

[Önemli Not: Bu mektubun yazıldığının ertesi günü Başkan Mehmet O.’yu çağırarak, hemşerisi olması nedeniyle kendisini “Hemşeri İlişkilerinden Sorumlu Müdür” yapmıştır. Bu nedenle mektubun Başkana verilmesine gerek kalmamıştır.]

Bitiş Tarihi: 28.08.2017