Vaktinde yetişmek için yola erken çıktım. Tren Garı yakındı ve ben yaya yarım saate orada olabilirdim.
Hava güzel, mevsim sonbahar ve bu muhteşem günün öğleden sonrasının ara bir vaktiydi. Lay…Lay
lom havasında ankud’ist bir kimlik kopyasıyla yürüyordum. Ve bu kopya kimliğimin aslını kovup
yerine yerleştiğinden henüz haberim yoktu. Parktan geçerken orada biraz oyalanmanın keyfini
sürmek fena fikir sayılmazdı. “Ununu elemiş, eleğini asmış” biri için ki bu, hesap verilecek kimsesi
olmamak ve her durumda yapıp ettiklerimin, iyi ya da kötü sonuçlarının sadece benim haneme
yazılması demekti. Olumsuz sonuçlar üzerine bahane üretmek, bir başkasını hatalarıma ortak etmek
şansım yoktu. İyinin sefasını sürmek, kötünün cefasını çekmek hep bana aitti ve bu can sıkıcıydı.
Genelde iyi şeyler çok nadir olurdu. Ve ben buna çoktan alışmıştım.
Parkta kanepeye uzanır gibi oturdum. Bedenim kanepeye yorulmuş gibi yayılıverdi. Yaban gözlerde
kendimi oracıkta yargılayıverdim. Gel gelelim bedenim, “Toparlan!” komutuna uygun
davranamıyordu. Pek kimse de yoktu avuç içi kadar olan bu parkta. İki yaşlı kadın, torunları olduğuna
karar verdiğim çocuklara göz kulak olurken sohbet etmekten çok dedikodu üretiyor gibiydiler. Az
ötede yaşlı bir adam, ayak ayaküstüne atmış, öne bükülmüş vaziyette oturmuş, sararmış pala
bıyıklarından sigara dumanları püskürtüyordu. Onun hemen yanındaki kanepede işsiz oldukları
hemen anlaşılan iki genç adam, somurtarak çevreyi seyrediyorlardı. Var olan her şeye karşı
tahammülsüzdüler; bu yüzlerinden, hal ve tavırlarından okunuyordu. Onlarla göz göze gelmekten
çekinerek, parkın anayola yakın köşesinde, sütlü mısır satıcısına çevirdim yüzümü. On- on bir
yaşlarında sırt çantalı bir oğlan öğrenci, satıcının mısırına tuz serpmesini izliyordu. İlk ısırığını alana
dek izleyecektim onu. Sanki izlendiğini biliyormuş gibi acele etmeden, mısırın üzerindeki mısır
püskülü kalıntıları temizledi ve sonra oturduğum tarafa sırtını dönüp uzaklaştı. İlk ısırığını nasıl aldığını
göremedim. Ben de kalktım Gar’a gittim.
Otobüs terminalleri, havaalanları ve garlar, zamanın en kıt sızdığı, hatta uğrasalar da hemen
uzaklaşmak istedikleri yerlerdir. Zaman oralarda yok kadar kısadır. Ya da… Bazıları için beklenen bir
yolcudur zaman. Yaşamın absürd birer kopyaları sanki bu mekânlar. Dünya, felek dediğimiz yaşam,
kocaman bir gar değil mi aslında. Bir telaş, bir koşuşturma, ucu ucuna yetişme ya da “treni”
kaçırmanın sıkıntılı halleri vardır oralarda. Kavuşmanın sevici, coşkusu hemen orada patlar da…
Ayrılığın acısı sonradan kor! Ayrılık acısı giderek ağırlaşan bir yük gibidir. Belleğinin en kuytularına
uzanıp birbirine dolanarak yumak olup çıkar. Yürek dediğimiz bellekte yumak olan ayrılığın devası da
yoktur. Acısı, dost olup çıkar Adama, istesen de söküp atamaz, kovsan kovamazsın!
Onu yine gördüm. Bu kaçıncısı anımsamıyorum. Ne zaman gelsem hep aynı yerde ve aynı oturuş
şekliyle buluyorum onu. İşte… Net hatlardan yoksun, fulû bir fotoğraf figürü olarak oradaydı yine!
Adamın yaşı yoktu, yüzü de. Adı bile yoktu belki. Herkese benzeyen herkes gibi, ama herkesten
olmayan ve belki herkesten olmayı seçmeyen, seçemeyen biriydi… Kim bilir? Giden bir trenin ardında
bıraktığı boşluğa mı bakıyordu? Hatta bakıyor muydu acaba? Yüzsüz, gözsüz bu nasıl olurdu ki. Yoksa
boşluktan kopup gelecek bir treni mi bekliyordu. Kıpırtısız, bekleyen bir adam, “Düşünen Adam”
heykeli gibi! Telaşla koşan, koşuşturan, yetişen, sevinen, kılpayı kaçıran, üzülen bütün bu insanların
oluşturduğu devingen ruh hallerine kayıtsız. Ve ben her seferinde değişik öyküler uyduruyordum
adam hakkında.
…Gar’ın kasvetli atmosferi çöküyor insanların ve nesnelerin üzerine. Duran, koşan, üzülen, sevinen
insan figürleri, mekâna ait tüm nesneler, soluklaşıp eriyor bu iç sıkıcı atmosferin içinde… Toz duman
oluyor. Donmuş, kara bir fon var sadece. Ve sonra bir kadın beliriyor, genç ve güzel! Ve üzgün, çok
üzgün görünüyor. Sanki…

Kendisine, zarif bedenine ağır gelen bir valizi sürükleyerek perondaki trenlerden birine yetişmeye
çalışıyor. Ardına bir kez olsun dönüp bakmıyor. Hep önüne ve kalktı kalkacak trene bakıyor sık sık.
Yetişiyor. Varıp ağır valiziyle tırmanıyor trene ve gözden kayboluyor. Hareket işareti veren düdük sesi
yankılanıyor Garda. Meçhule giden Tren, ağır ağır uzaklaşıyor geçmişin karanlığına. Bomboş, ıssız bir
mekân bırakıyor ardında.
Birden, telaşlı bir genç adam dalıyor mekâna. Geçmişin kara fonunda solmakta olan trenin son
vagonunun görüntüsünün acısı kalıyor damağında. Nafilelik duygusu içinde üzgün, çaresiz ve bir o
kadar da öfkeli görünüyor. Çöküyor oradaki Bank’ın üzerine. Gözden kaybolmuş olan trenin ardında
bıraktığı kasvetli boşlukta tek başına kalakalıyor…
Bu sonuncu öykü adam hakkında uydurduğum. Sessiz film gibi olanı ki bana diğerlerinden daha
iyiymiş gibi geliyor. Bu, şu andaki kanaatim tabii, daha önceleri de vardı en iyisi dediklerim. Bu garda
her karşılaştığımda uydurduğum öyküler çeşitli de olsa hep ayrılık üzerine. Bir tane de, kavuşma
üzerine bir öyküsü osun dedimse de içime sineni, aklımda kalanı olmadı. Beceremedim.
Başımı öyküden kaldırıp adama baktım. Yine eski yerinde ve aynı şekilde durup duruyordu. Gözlerimi
kırpmadan adama bakmayı sürdürdüm. Birden beni heyecanlandıran bir şey oldu. Sanki adam
kıpırdıyormuş gibi geldi bana. Onu izlemeyi sürdürdüm. Yüzünün, gözünün pusu siliniyordu sanki.
Kalbimin neden bu kadar heyecanlandığına aklım ermedi. Kalp atışlarım kulaklarımda yankılanıp
duruyordu. Bakışımı ondan çekemiyor, gözlerimi ayıramıyordum. Yüzünün pusu azalmış, gözlerindeki
ise nerdeyse göz kapaklarını görebileceğim kadar netleşmişti. Adamın sadece kapanık duran gözleri
vardı. Vücudunun diğer kısımları yine eskisi gibi sis-pustan ibaret, yine aynı oturuşta, aynı pozisyonda
ve yine hareketsiz duruyordu. Adam birden gözlerini açtı. Bakışlarımız çarpıştı. Ve bu çarpışmanın
gürültüsü, garın kasvetli boşluğunda yankılandı. Gözlerimi bin bir zahmetle kapatmaktan baka bir şey
yapamadım.
Gözlerimi tekrar açtığımda adam orada yoktu!
Nereye gitti acaba diye aklımdan geçse de onu bulamayacağımı biliyordum.