Öğleden sonra kasabanın yıllara meydan okuyan istasyonunda indiği
buharlı tren belki de türünün son örneğiydi. O da, diğer çocukluk anıları gibi, bir
süre sonra kaybolacaktı. Tren fazla oyalanmadı. Başka yolcu inmemişti, binen de
yoktu. Hemen hareket etti. Arkasından baktı. İlerideki dönemeçte ağaçların
arasından uzaklaşıyordu. Kısa bir süre sonra gözden kayboldu. Elindeki valizle
bir süre dikilip kaldı peronda. Havada sadece bir duman vardı rüzgârla savrulan.
Döndü, istasyon binasına baktı. Fazla değişmemişti. Bir kaç kez tamir gördüğü
belli oluyordu. Yer yer kabaran badananın altından görünen eski, soluk,
yıpranmış renkler bunu doğruluyordu. Az oynamamıştı, babasının “raylara
düşer, yaralanırsın” uyarılarına inat, istasyon binasında, dikilip durduğu
peronda. Ama kim dinler! Trenci Ahmet amcanın oğluyla okuldan çıktıktan sonra
istasyon çevresinde kan ter içinde koşturup eve yorgunluktan perişan bir halde
döndüğü eski günleri hatırladı. Hatta bir keresinde rayların arasında oynarken
yağdan simsiyah olmuş taşların üzerine düşerek dizlerini kanatmış, evde
annesinden okkalı bir azar işitip ağlamıştı. Tren yoluna baktı yeniden. Siyah
taşların arasından boynunu uzatmış bir gelincik hafifçe sallanıyordu.
Döndü, yüzünde hüzünlü bir gülümseme ile mermer eşiği aşınmış
kapıdan istasyon binasına girdi. Yüksek tavanda lambalar yanmasına karşın
içerisi tam aydınlık değildi. Gün ışığı ters yönden geliyordu. Hatırladı, binanın içi
her zaman loş olurdu. Bir iki adım attı, tavana baktı. Karşı köşedeki kırlangıç
yuvasını fark etti. Sanki giderken de vardı aynı yuva. Kırlangıçlar aynı değildi
belki, ama yuva oradaydı. Buna emindi. Biraz büyük göründü gözüne yuva.
Herhalde yavru sayısı artmış, dar gelmişti.
Sağ tarafa baktı. Ahmet amcanın odası oradaydı. Aralık kapısından sigara
dumanı yükseliyordu. Sanki Ahmet amcayı görecekmiş gibi yürüdü, kapıyı iterek
içeri girdi. Kendi yaşlarında, saçları dökülmüş, iki günlük sakallı, gevşetilmiş
kravatıyla istasyon memuru gazete okuyordu. Girdiğini duymadı. Sigara
tablasında yanan sigaranın külü uzamıştı. Gazeteye öyle dalmış olmalıydı ki,
bardağındaki çaydan bir yudum bile içmediği anlaşılıyordu. Yerde elektrik ocağı,
üzerindeki çaydanlıktan buharlar yükseliyordu. Masif ahşap masa Ahmet
amcanın masasıydı, sadece sandalyeler değişmişti. Elindeki valizi bıraktı, hafifçe
öksürdü. İstasyon memuru, bıkkın bir tavırla ne var der gibilerden döndü. Kısa
bir süre tanımamış gibi baktı içeri girene. Yolcu memuru tanımıştı. Bu trenci
Ahmet amcanın oğlu Murat’tı. Biraz dikkatli bakınca memur da geleni tanımıştı.
“Sen ha”, diyerek sarıldılar. Ayrılıp birbirinin yüzüne baktılar, inanmadıkları
halde, hiç değişmemişsin deyip sonra yüksek sesle güldüler. O anda başka ne
diyebilirlerdi ki. Tekrar sarıldılar.
Murat hemen bir sandalye çekti. Dolaptan bardak çıkarıp çay koydu
çocukluk arkadaşına. Sigara tuttu. Çaylarını yudumlarken, “ne var ne yok”
dediler. Cemal, trenci Ahmet amcanın geçen yıl öldüğünü, Murat’ın evlenip iki
çocuk sahibi olduğunu, annesi ile birlikte babadan kalan evde oturduklarını,
babasının yerine formalite icabı açılan bir sınavla istasyon şefi olduğunu,
günlerinin bu Ege kasabasında tek düze ve nasıl olduğunu anlamadan geçtiğini
öğrendi. Murat, Cemal’in siyasi yasaklı olduğu için tutuklanmak korkusuyla hem
annesinin hem babasının cenazelerine gelemediğini bildiği için bu konuda
konuşulmadı. Cemal kısaca, yurt dışında doktora yaptığını ve bir yayınevinde
çalıştığını söyledi. Kitap yazıyormuş. Burada basılıp basılmayacağını bilmediğini,
ama yurt dışında mutlaka basılacağını ekledi sözlerine. Sigaraları bittiğinde
Murat ikinci çaylarını koydu.
Af kanunundan yararlanıp gelmişti Cemal uzun yıllar sonra doğduğu
kasabaya. Her köşesi burnunda tütüyordu. Değiştiğini tahmin ediyordu ama, bir
kaç şeyin eskisi gibi kaldığını umuyordu. Neredeyse nefes almadan soru
yağmuruna tuttu Murat’ı. Çocukken top oynadıkları çayırlığa kır kahveleri
yapılıp kebapçılar açıldığını, bir bölümünün tel örgü ile çevrilerek halı saha
yapıldığını, balık tuttukları dere kenarlarına belediyenin tek katlı villalar
yaptığını, bakkal Nuri dayının dükkanının o öldükten sonra oğulları tarafından
biraz daha genişletilip markete çevrildiğini, Hasan’ın berber dükkanının kadın
kuaförü olduğunu, asmalı kahvenin internet kafeye çevrildiğini, bahçe içindeki
evlerin yerine beş on katlı apartmanlar dikildiğini, kızları şehre göçtüğü için artık
sütçü Mehmet amcanın dükkanında süt satılmadığını, gündüzleri yoğurtçunun,
kış geceleri bozacının geçmediğini, top oynadıktan sonra kan ter içinde ağızlarını
dayayarak su içtikleri mahalle çeşmesinin yerinde yeller estiğini, oduncular
pazarının doğal gaz bağlandığı için kapandığını, mis gibi kokan çam ağacından
kapı, pencere yapan Rıfat amcanın marangoz atölyesinin kapısına kilit
vurulduğunu, haftada bir kurulan pazarlarda artık köy tavuğu, köy yumurtası
satılmadığını, tek tük kalan müstakil evlerin bahçelerinde artık biber patlıcan
yetişmediğini, istasyon binasında üzerine kalp resmi çizdiğimiz ahşap
kanepelerin plastik olanlarla değiştirildiğini, arka taraftaki çardaklı bekleme
yerine beton döküldüğünü, kalan bahçeler arasındaki, ulu çınarların yazın
gölgeleriyle serinlettikleri, toprak yollara asfalt döküldüğünü, zeytinliklerin çoğu
maden aramak için kesildiğinden zeytinyağı imalathanelerinin kapandığını,
şampuanlar çıkalı beri sabun fabrikalarının kapandığını, tren beklerken artık
yolcuların çıkınlarından çıkardıkları yiyecekler yerine istasyon binasının
dışındaki büfeden tost aldıklarını, seyyar köftecilerin hiç görünmediğini , gittikçe
öfkeye dönüşen hüzünle dinledi.
Kaç sigara içtiler, kaç kere çay demlediler, ne kadar zaman geçti
bilemediler. Cemal gergin bir şekilde oturmaktan uyuşan bacaklarını
rahatlatmak için ayağa kalktı. Dalgın bir şekilde odadan çıktı. Bekleme salonunun
ortasına kadar yürüdü, durdu, tavana baktı. Uzak bir köşede bir karaltı gördü.
Kuş yuvasına benzemiyordu. Yaklaştı. Yaban arılarının yaptığı düzensiz petek.
Acı acı güldü. Murat, dağların eteklerindeki kekik balı peteklerinin olmadığını
söylemeyi unutmuş olmalıydı. Yavaşça demir yoluna bakan pencereye yaklaştı.
Yıpranıp paslanmışlardı, artık boya tutmazdı. Onları plastik olanlarıyla ne zaman
değiştireceklerdi! İstasyon binasının öne ve arkaya açılan kapıları hala ahşaptı.
Sevindi. Kapıyı tuttu. Çam ağacını okşadı bir çocuğu sever gibi. Kaç kere girip
çıkmıştı bu kapılardan. Tekrar binanın tavanına baktı. Kalın, sağlam kirişleri
yerinde görünce içi ısındı. Sonra bir hüzün çöktü yüreğine. Bunlara ne zaman
sıra gelecekti acaba? Eski günlere ait bir şey kalmayacak mıydı? Hırsla dudağını
ısırdı.
Yanına gelen Murat çocukluk arkadaşını akşam yemeğine davet etti.
Cemal kafasını salladı. Dalgın görünüyordu. Yol yorgunluğuna verdi Murat. Onu
bırakan trenin geri dönüp gitmesinden sonra bu akşam başka tren gelmeyeceği
için birlikte gidebilirlerdi. Üç saat sonra Cemal’i getiren tren geldi. Makinist aşağı
atladı, buhar kazanı için su alacaktı. Murat su vanasını açmak üzere uzaklaştı. Su
takviyesi yarım saat sürdü. Sonra makinist yerini aldı. Elini kaldırıp teşekkür etti.
İki kez düdük çaldı. Lokomotifin iki yanından buharlar püskürdü. Tekerlekler
yavaş yavaş döndü, tren uzaklaşırken makinist yeniden el salladı. Murat karşılık
verdi, bir süre trenin arasından baktı. Bu gece başka tren yoktu. Akşam misafir
edeceği arkadaşının yanına gitmek üzere döndü. Peronda değildi. Odasına baktı,
yoktu. İstasyonun arkasına geçti. Orada da yoktu Cemal.