Silahlı askerlerin namlu ve kundak dürtmeleri hedefindeki insanlar, neden ve nereye gideceklerini
bilmeden bu trene tıkıştırıldıklarında gece vaktiydi. Eski vagonun içi ahır gibi kokuyordu. Yerlerdeki
kurumuş hayvan pisliği kırıntıları, daha önce trenin insan taşımadığını apaçık gözler önüne seriyordu.
Camı kırık pencerelerden ve vagonun kenarındaki tahta aralıklarından dolan ay ışığının aydınlattığı
her yaştan yüzler üzgün ve donuktu. Gözlerdeki korku dolu merak bir türlü dillendirilemiyor, neden
nereye diye sormaya kimse cesaret edemiyordu. Trenin ritmik melodisine uygun hareketlerle sallanan
bedenler, ruhlarını zorla koparıldıkları topraklarında salıvermiş gibi cansız görünüyorlardı.
Suskunluğa eşlik eden kaygılı iç çekişleri, bebek ağlamaları dışında kimseden çıt çıkmıyordu.
Tren beyazlara bürünmüş geniş güzergâhları, pencerelerinde soluk ışıkların belirdiği hüznü çağrıştıran
küçük istasyon evlerini geride bırakıp ilerledikçe durum değişiyordu. Öksürük, ateş, karın ağrısı gibi
hastalıklar boşluklardan dolan aralık soğuğuyla birlikte çocuk ve yaşlıları etkilemeye başladı ilk önce.
Camsız pencerelere gerilen paçavralar vagonun gündüzünü karartmaktan başka bir işe yaramıyor,
dışarının kara kışı ciğerine işliyordu insanların. Tek dert soğuk değildi. Açlık da içten içe
kemirmekteydi boş mideleri. Alelacele çıkarken evden alınan azık çıkını tükenmiş, günde bir kere
dağıtılan bir dilim kuru ekmek ve bir tas çorbayla üstesinden gelinmeye çalışılıyordu bu dayatılan
zorluğun.
Bulanık su dolu alüminyum tasta şehriye arayan Aydın, kaşığı bırakıp karısı Aybüke’ye yanaştı, bir
şeyin mi var diye kulağına fısıldadı kısık sesle. “Sancı içimi kesiyor,” dedi karısı. “Ama daha iki ay
vardı!”, “Bilemedim, doğum sancısı gibi.”  Çaresizlik bir ünleme dönüşüp sesli olarak dökülüverdi
Aydın’ın ağzından: “Hay Allah!” Aybüke’nin artan sancısını gören erkekler vagonla koridor arasındaki
açık kapıda bekleyen Rus askerine dillerinin döndüğü kadarıyla, jest ve mimiklerini de kullanarak
durumu anlatıp koridora çıkmak için izin istediler. Yolcuların bir araya gelmesi, kümelenip
konuşması, soru sorması bizzat başkan tarafından yasaklandığından asker biraz düşündü. Emir
kuluydu sonuçta. Daha sonra yasaklara uyma şartıyla ve birkaç askerin gözetiminde doğum
sonlanıncaya dek koridorda bekleşmelerine müsaade etti. Aydın karısıyla anlık bir göz temasının
ardından annesinin yanıbaşında el örgüsü yün battaniyeye sarılıp oturan ve endişeli bakışlarla annesini
izlemekte olan altı yaşındaki kızı Çilenay’ın kısa kâküllerini aralayıp alnından öptü. “Her şey güzel
olacak, merak etme.”
Yere serilen çul çaputtan yatağın üstünde sırtüstü yatıyordu Aybüke. Alnından yol eden ter damlaları,
gözyaşlarına karışıp yüzündeki ıstırabı ıslatarak daha da belirginleştirmişti. Erkekler iniltisini
duymasın diye sürekli kendisini uyaran kadınlar bir bez topağı  tıkmışlardı dişlerinin arasına. İçinde
boğulan ıkınmalarla ve trenin salladığı cılız bedeniyle sağa sola tepiniyor, çıplak butlarını tırmalayıp
yırtıyordu. Annesinin bacağındaki kanları gören Çilenay’ın korkuları katlandı. Sarıldığı battaniyeden
sıyrılıp ayağa kalktı. Annesi, acılarından kurtulsun diye yalvaracaktı. Hep dua ederken yaptıkları gibi
yukarı çevirdi bakışlarını. Vagonun paslı demir tavanı Tanrıyla arasındaki bir engel gibi göründü
gözüne. Tanrının onu görebilmesi için camsız pencerenin yanına koştu yalpalayarak. Çivilerle boşluğa
gerilmiş gri çarşafın aşağısından tutup çekiştirdi. Köşede beliren açıklıktan küçük ellerini kavuşturup
gökyüzüne uzattı. Trenin süratiyle hızını katlayan karla karışık rüzgar ellerini boşlukta savursa da
dileğini dileyip geri geldi. Tanrı kızı duymuştu sanki. Zayıf inlemelerine rağmen daha huzurlu
görünüyordu Aybüke’nin yüzü. Yeni doğan bebeği kara bir bezle kundaklayıp bir köşeye bırakan
kadınlar, anneyi daha bir kuru alana taşıyıp yerdeki kanları temizlediler. Ne çok kan boşanmıştı ve
kanama durmuyordu.
Bebeğin ölü doğduğunu askerlerden sakladılar. İki gün baygın yattıktan sonra kan kaybından yaşama
gözlerini yuman Aybüke’nin ölümünü de. Cehennem yolculuğuna zorlanan insanların cansız bedeni
boş bir çuval gibi camlardan, kapılardan askerlerce fırlatılıp atılıyordu. Stalin treni belirsizliğe doğru
dolu dizgin yol alırken can serpe serpe ilerliyordu karlı güzergâhlar boyunca. Aynı kaderin Aybüke ve
bebeğini de beklediği kaçınılmazdı ölümlerinin duyulduğu takdirde. Karısı ve çocuğu yaşıyormuş gibi,

onları kendi elleriyle toprağa verebilmek için acılarını yüreğine gömüp askerlerin karşısında rol yaptı
Aydın. Çilenay da babasına inandı. İyileşmesi için uyuması gerekirdi annesinin ve kardeşinin. Onca
özlemine rağmen üç gün boyunca yanlarına dahi yaklaşmadı.
Üçüncü günün gece yarısında bir istasyon kasabasında durdu tren. Kısa bir yakıt doldurma anonsuyla
kimsenin yerinden kıpırdamaması gerektiğini emretti askerler. Her şeyi göze almıştı Aydın. Cenazeleri
daha fazla yanında taşıyamayacağını da anlamıştı. Ölümler arttığından vagonlar didik didik aranmaya
başlamıştı. Hiç olmazsa karısını ve çocuğunu kendi eliyle toprağa emanet edebilse acıları hafiflerdi
biraz belki. Uyuyan kızını yolculuk sırasında tanışıp samimiyet kurduğu kaderdaşlarına emanet edip
kızının Tanrıya yakardığı camdan aşağı atladı. Karısı ve çocuğunun cansız bedenleri sarılı battaniyeyi
arkasından sarkıttı vagondakiler. Cebindeki son kuruşa dek çorba dağıtan görevliye verip aldığı
kürekle kazmaya çalıştı. Kazıdıkça karlara gömülüyordu. Kar beline kadar çıkmıştı ki soğuk yüzünü
gösteriverdi ıslak toprak. Olağanüstü bir çabayla sığ bir kuyu açabildi anca. İdaresi başkasında olan bir
robottu sanki. Eş değil, baba hiç değil! Veda sözcükleri bile silinmişti aklından. İstasyon direğinden
yayılan diyafonik ses de duygusallaşmanın zamanı değil dercesine sık sık anonslarla hatırlatıp
duruyordu acele etmesi gerektiğini. Rayların çevresindeki nispeten az karlı zeminde bekleyen
cenazeleri kucaklayıp toprağın bağrına bıraktı. Kar toprak karışımıyla üstlerini kapatıp koşarak geri
döndü. Kızının ona ihtiyacı vardı. Vagonun camından sarkan kollar bedenini yukarı çektiğinde tren
titrek sallanışlarla raylar üzerinde kaymaya başlamıştı bile.
Serinkanlı kalmaya zorladığı duyguları dışarı taşmak için bu anı kolluyordu günlerdir. Ellerini yüzüne
gömüp hüngür hüngür ağladı. Ağladıkça sinirleri boşaldı, kaskatı kesilmiş bedeni gevşeyip bir
baygınlığın kollarına bıraktı Aydın’ı.
Bu yolculuk bir durakta son bulmuştu nihayet. Tren ılık güneşli bir istasyon kasabasında
bırakıvermişti onları. Aydın kızının elinden tutmuş, erimekte olan karlar ayaklarının altında vıcık vıcık
ederek yürüyordu ufuk çizgisine doğru. Aniden iki kere adıyla çağrıldığını duydu. Ses Aybüke’nin
sesiydi. Çilenay da duymuştu annesini. Baba kız sesin kaynağına koştu pürtelaş. “Buradayız!” dedi ses,
ve her kardelen mevsiminde burada olmaya devam edeceğiz dünya durdukça. Her ikisi dizlerinin
üstüne çöküp konuşan kardelene baktılar büyülenerek. Yapraklarının morunu, bembeyaz karlara
yansıtan büyük kardelen, kendine bitişik küçük goncasının üstüne eğmişti narin gövdesini. Çiçeğin
konuşması henüz bitmişti ki Çilenay babasının yakasına yapışıp “Annem nerede,” diye hıçkıra hıçkıra
ağlamaya başladı. Aydın gözlerini açtı. Kızını, sarsılan dar omuzlarından sarmalayıp bağrına bastı.
“Annen de, kardeşin de çiçek oldular kızım; kardelen çiçeği…”