Son yıllarda hem ülkemizde hem de dünyada ardı ardına gelişen olaylar sonucunda çoğumuz hangi birine tepki vereceğimizi bilememekten dolduk. Dolup dolup taşma noktasına gelen bizler, içimizde tutmaktan, dilimizin ucuna geleni söyleyememekten bunalıp isyan bayrağını dalgalandırıp dolu dolu bir aaaay! nidasıyla içimizdekini dışarı atmaya, böylelikle bir nebze olsa da rahatlamaya ihtiyacımız olduğuna  inandığımızdan bu ay ki temamızı aaay! diye seçtik. Türk edebiyatının en önemli kadın yazarlarından Sevim Burak’ı tam da bu nedenle tercih ettik bu sayımız için.

 

Sevim Burak’la öykü atölyesindeki çalışmalarımız sırasında Yanık Saraylar’ın ilk öyküsü olan Sedef Kakmalı Ev’i ödev olarak incelememiz istendiğinde tanıştım. Öyküyü defalarca okumuş, birçok not almış, bir yere kadar anlayabilmiş ama sonunda tıkanıp kalmıştım. Derste hocamızla birlikte üzerinden geçince ancak tam deşifre olabilmişti öykü. Öyle bir yazar Sevim Burak. İçinde fırtınalar esen ama kapalı, içe dönük. Son derece aykırı, hiçbir edebiyat biçimine uymayan kendine özgü bir tarzı olan yazar, 1983 yılında elli iki yaşında yaşama veda ederken arkasında hepi topu üç kitap bırakmış. Hem kendine has tarzıyla hem de öykülerinde hikâyelerini anlattığı, yaşamdan nasibini alamamış kadın karakterlerin iç dünyalarındaki sessiz isyanlarının sesi olarak Türk kadın edebiyatının en önemli isimlerinden olmuş. Öyküleri düz yazıyla şiir arasında. Normal baş harf büyük, diğerleri küçük devam ederken birden birkaç satırı büyük harflerle yazabiliyor. İmla kurallarını yok sayarak, dili bilinenin dışında kullanarak kabul görmüş kurallara baş kaldırıyor. Sanki içinde sessiz kalmış fırtına bir an ortaya çıkmış yakıp yıkmış her şeyi. Öyle bir his. Şaşırıyorsunuz bir an. Son derece kapalı, imgelerle dolu yazıyor. Çözebilmek için bilgi birikimi gerekiyor.

 

Onu anlayabilmek için hayat hikâyesini önceden okumakta fayda var. Annesinin Bulgaristan’dan göçmüş Yahudi asıllı bir ailenin kızı olduğu için gemi kaptanı olan babasının ailesi tarafından istenmediğini, ancak Müslüman olduktan sonra aile tarafından kabul gördüğünü bilirseniz meselâ, öykülerinde bahsi geçen göçmen kadınların dramlarını, Kuzguncuk’ta yaşadığı yıllardaki gayrimüslim komşularının neden ana karakterlere oturduklarını daha iyi anlıyorsunuz.

 

Edebi anlamda hiçbir kalıba sığmayışının da ceremesini çekmiş Sevim Burak. 1965 yılında yayımlandığında yılın edebiyat olayı olarak çeşitli tartışmalara neden olan ilk kitabı Yanık Saraylar’ın Sait Faik Öykü Yarışması’nda ödül almamasından sonra küser yazmaya. On yedi yıl ara verir. Böylesi değerli bir yazarın edebiyat dünyasına başkaldırısıdır bu küskünlük. Anlaşılmış mıdır, bilmiyorum. Ancak 1980’lerde yeniden yazmaya başlar. Çocukluğunda geçirdiği kalp romatizması, onu hayat boyu ölümün kıyısında gezdiren kalp rahatsızlığına dönüşür. Ah Ya’Rab Yehova öyküsündeki ana Müslüman karakterin kalbine doğru ilerleyen iğne bu ölümle yan yana yaşamayı simgeliyor sanki. Zaten ölümü de kalp ameliyatı olmak üzere yattığı hastanede ameliyat olamadan olacaktır.

 

Aynı karakterler farklı öykülerde karşınıza çıkabiliyor. Bu nedenle bir süreklilik hissine kapılıyor insan. Kurgudan ziyade kendi öz yaşam öyküsünün içinde alan gerçek karakterlerin hikâyeleştirilmesi gibi geldi bana. Kendi topraklarından kopup tam da ait olamadıkları bu topraklara sürüklenen, buralarda ötekileştirilen azınlığın sesi olmuş Burak. Bu toprakların insanı olmasına rağmen hayattaki duruşu yüzünden kendi de ötekileştirilmiş biri. Bu duygu var tüm öykülerinde.

 

 

Yaşadığı döneme, yaşadıklarına isyanını kendi edebiyat dilini yaratarak dışa vuran Sevim Burak’ın yaşadığı zamanlarda anlaşılamayıp ötelenmesi üzücü. Küstürülmeseydi kim bilir daha ne eserler bırakacaktı arkasında. Ancak sonradan da olsa, değerinin anlaşılıp kadın edebiyatının öncülerinden olarak, farklı tarzıyla edebiyat tarihimizde yerini almasını çok önemsiyorum. Anlaması zor olsa da, bir kere çözebildiğinizde, ötekileştirilerek, bu dünyanın kıyısına tutunarak yaşamak durumunda kalmışların iç dünyasının derinliklerine inip, belki de hiç fark etmediğiniz hassasiyetlerin varlığına şahit olur, biraz farklı bakarsınız dünyaya.